19 Aralık 2013 Perşembe

Krikonun da canı cehenneme dostum!*

BİR ADAM çok sinirli bir şekilde, avukat arkadaşının bürosundan içeriye girdi.

"Başım dertte," dedi. "Karşı komşular bir aylığına tatile gidiyorlar ve iki azman köpeği evde kilitleyecekler. Güya bir kadın her gün gelip onlara yiyecek verecek. Eğer unutmazsa tabii. Bu arada köpekler yalnız kalacak, gündüz havlayacak, gece de uluyacaklar. Ben uyuyamayacağım, sinirlerim bozulacak. Ve bir gece artık dayanamayıp ikisini de vuracağım. Komşularım geri döndüklerinde ise, bu sefer kızıp beni vuracaklar..."

Avukat, sinirli dostunun omzunu okşayarak:
"Sana bir hikaye anlatayım" dedi. "Eğer daha önce duymuşsan sözümü kesme çünkü tekrar dinlemen senin için faydalı olacak."

Avukatın anlattığı öykü şöyleydi:

"Bir adam gece yarısı şehrin dışında arabasıyla gidiyordu. Birden lastiği patladı. Lastiği değiştirmek için bir kriko gerekiyordu ama krikosu yoktu. Kendi kendine:
'Bir kriko lazım,' dedi.
Uzakta bir ışık gördü ve şöyle düşündü:
Talihim varmış. Çiftçi uyumamış. Kapıyı çalar, başıma geleni anlatır, 'Bana ödünç bir kriko vermek lütfunda bulunur musunuz?' derim. O da 'Hay hay arkadaş! Al, işini gör, fakat işin bitince geri getir,' der.

Adam eve doğru yürümeye başladı. Fakat biraz ilerlemişti ki ışık söndü. Bu işe canı sıkılan adam kendi kendine şöyle düşündü:
Şimdi adam yattı. Rahatsız ettiğim için kızacak ve belki alet için bir miktar para isteyecek. Ben de, 'Pekala, bu insanlığa yakışmaz; ama size çeyrek dolar veririm' diyeceğim. O da 'Hem gece yarısı beni yataktan kaldıracak hem de çeyrek dolar vereceksin ha? Ya bir dolar verirsin veyahut gider, başka yerde ararsın krikoyu!' diyecek.

Bu sırada adam kendi kendine iyice öfkelenmişti. Bahçe kapısına geldi ve mırıldandı:
'Bir dolar ha! Pekala, sana bir dolar vereceğim; ama bir tek kuruş daha vermem. Ah, şu kaza olmasaydı, kriko da lazım olmayacaktı. Zararı yok, şimdi istediğin parayı vereceğim. Yalnız bunun düpedüz bir dolandırıcılık olduğunu unutma!'

Bu düşüncelerle evin kapısına varmıştı. Kapıyı hızlı hızlı ve şiddetle vurdu. Çiftçi kapının üzerindeki pencereden başını uzatarak aşağı seslendi.
'Kim o? Ne istiyorsun?'
Adam durdu ve kapıya bir yumruk daha indirdikten sonra bağırdı.
'Senin de, krikonun da canı cehenneme! Malın sende kalsın!'"

Biraz önce sinirden ne yapacağını bilemeyen adam, avukatın anlattığı hikaye karşısında katıla katıla gülmekteydi.

Gülmesi geçince:
"Anladım dostum," dedi. "Benim yaptığımın da bundan hiç bir farkı yok!"
"Kesinlikle!" diye cevap verdi avukat. "Meseleleri sakin bir şekilde halletmek varken kendi kendilerine olmadık şeyler düşünüp belki de hiç olmayacak türlü türlü olumsuzlukları birbiri ardına takarak bana akıl danışmaya gelenlerin sayısını bilsen, hayret edersin."

Ve ekledi:
"Çoğu insan, kör bir hiddet yüzünden, yanından kolayca engellere çarpıp kalıyor."

                                                                                             (J. P. McEvory)

*Hikayeyi yıllar yıllar önce adını bile hatırlamadığım bir kitapta okumuştum. Muhtemelen Tavuk Suyuna Çorba ya da Hayatın İçinden benzeri bir kitaptı. Çeviri kimin hiç bilmiyorum. Ancak orijinal hikayeye buradan ulaştığımda gördüm ki avukata giden ve "bir adam" olarak bahsedilen kişi aslında yazarın kendisi. Kendi anısı dilimize uyarlama bir hikaye olarak geçmiş ve çokça kişinin aklında yer etmiş ki kişisel gelişim ve eğitim sitelerinde, bloglarda hikayeye "Ödünç Kriko" başlığıyla bolca rastlanmakta. Uyarlama da orijinal hikaye kadar güzel olduğu için her ikisini de paylaşmak istedim. Bir gün herkes ödünç krikoya ihtiyaç duyacak ve kendisiyle baş başa kalacak nasıl olsa.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Sevgilerde - Behçet Necatigil

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı.


P.S: Bugünden bir iz daha kalsın istedim.

2 Eylül 2013 Pazartesi

EYLÜL

Hazan ile hüzün

"Eylül, malum a, hüzün ve matem ayıdır" Mehmet Rauf, edebiyatımızın ilk psikolojik romanı olmak dolayısıyla büyük ün kazanan ve adını edebiyat tarihine yazdırmayı hak eden Eylül adlı romanına bundan yüz yıl evvel bu cümle ile başlamıştı.

Bu cümleye bakarak kitabın sonunu kestirebilir, konusunu kavrayabilir, özetini alabilirsiniz. Önemli iki kelime var çünki elimizde: Eylül ve hüzün... Telaffuzu bile insanı, bir lirik roman okumuş gibi etkileyecek iki kelime...

Eylül... Fersude sonbaharların giriş kapısı... İlk yaz rüzgârından alınmış bir hızla savrulan düşüncelerin, hoyrat hayallerin ve avare zamanların yorgunluğu, kırgınlığı, pejmürdeliği içinde yeniden derlenip toparlanması gereken hayatın rengi... Ve yeniden başlamanın yorgun ritmini hatırlatan yağmurlar... Bölük pörçük hatıralar, kırık dökük sevinçler... Şiir kılığında gelen acı... Eylül işte; nâm–ı diğer, hüzün...


Eylül... Her şair için ayrı bir Leyla; kurşunî gelinlikler giyinip de gelen... Dilemmaların çıldırtıcı sükunu bir yanda; ve bir yanda sislerin ve buğuların ardından sökün edip yürümüş sancıların ilhamı... Katar katar uzaklaşan kuşların kanatlarına yüklenen son arzular kadar umutsuz ve beklenesi... Eylül işte; nâm–ı diğer, pişmanlık...

Bilmiyorum, siz bu yazıyı okurken yağmur yağıyor olacak mı?.. Belki yapraklar savruluyordur şimdi bulunduğunuz şehirde; belki sular kararıyordur yavaş yavaş... Altın kızılı bir gurubun soyunmuş dalında çifte kumruları seyrediyorsunuz belki de... Bir sanatoryum bahçesinde gezinen uzun saçlı, zayıf ve genç iki kaderdaştır belki ikindiler ve yağmurlar... Belki sizin kentin huzurludur akşamları, belki de alaca düşmüş gecenin bir yüzünde siyah tırnaklarını ruhunuza geçirmeye çalışan ifritler dolaşır... Eylül işte; nâm–ı diğer melal...

Tenha yollar, aşınmış günler, hayata dar gelen arzular ve kanadı kırık kuşlar... Tabiatın birden uyanıp gerçeği gören yüzü... Kıymeti bilinmeyen lezzetin çamurlara bulaşmış sarı bir acılık tarafından istilasına karşı şaşkınlık... Acıların beyhude, sevinçlerin zavallı, mutlulukların fanî olduğunu anlamanın dehşeti... Eylül işte; nâm–ı diğer, ölümün rengi... 

Eylül... Yaşanmamış mevsimlerin en gerçeği... Uçuk benizli koşuşturmacalar, yeniden kurulan defter–kitap pazarı... Eski okul çantasına kalem yerine ancak gözyaşını koyarak okula giden minik adımlar... Yoksul mahallelerde gitgide çamurlanacak karanlık sokaklar... Camlara mıhlanıp 70 yıllık muhteşem bir sükût ile yolları seyreden kırçıl hatıralar... Ciğer paresini okula eksik kitapla gönderen annenin yüreğindeki çizik... Para etse canını da verir ama... Eylül işte; nâm–ı diğer, acının mührü...

                                                                                                           İskender Pala


25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bekledim de gelmedim...

"Aklının ucuna oturup kendimi bekledim; gelmedim, gelmedim, gelmedim."

Cemal Süreya

19 Mayıs 2013 Pazar

Tarihi tekerrür ettirmesek de mi saklasak?

Bazı günlere/tarihlere dönebilmek tutulan not defterinin sağ üst köşesine atılan tarihleri takip etmek kadar kolay olabilseydi keşke. Yıllar öncesine gitmek defter sayfalarını çevirmek kadar yorucu sadece. Hep o en çok istenen şey... Şimdiki akılla, eski zamanlarda... Çok şey istiyoruz, evet. Benciliz. Nankörüz. Kıymet bilmiyoruz. Kaybedince anlıyoruz -belki- (anlayabilirsek). Unutuyoruz. Acı çekiyoruz. Alışıyoruz. Israr ediyoruz. Vazgeçemiyoruz. İnsanız işte. Daha kötü ne olabilir ki?

Başladığı gün biter bazı şeyler. İnsanın aslında doğduğu gün ölmesi misali. Süreç uzuyor sadece, yol aynı yere gidiyor. Yol ne kadar uzarsa o kadar insanlaşıyorsun. İnsanlaştıkça yol daha da çok uzuyor. Çok şey değişiyor birçok şey aynı kalmışken. Hiçbir şeyin aslında aynı kalmadığını anlamak istemiyoruz ama. Tıpkı aynı nehirde iki kere yıkanılamayacağını anlamak istemediğimiz gibi. Hala, bir umut, "belki"lerimize sarılmaya devam ediyoruz "belirsizlik"lere düştüğümüzde.

Kendimize yabancılaşıyoruz çokça. Çoğu zaman yapabildiğimiz en iyi şey "başkalarının duygularına tercüman olmak" iken kendi duygularımızı atlayıveriyoruz. İş onlara gelince "görünmez" olmamız gerektiği geliyor aklımıza. Kaçış mı? Kim bilir? Başkalarına yakın hissetmeye/olmaya çalışırken bir de bakmışız ki "biz" yokuz. Meğer herkesi, her şeyi anlamlandırmaya çalışırken kendimiz anlamsızlaşıvermişiz.

Henüz dün gibi hatırladığımız ama çoktan "mazi" olmuş şeylerin anısına, saygıyla...

5 Mayıs 2013 Pazar

Gül ağacı değilem

Gül ağacının yanından geliyorum. İlk defa böyle bir şey yaptım ve bir dilek diledim. Pek inanmazdım böyle şeylere ben eskiden. Bu defa çok istediğim şeylere vesile olsun istedim belki. Bu vesileyle daha da çok isteyebilmeyi amaçladım ya da. Gerçi çok istediğim şeyler olmamalarıyla meşhurdur ama şeytanın bacağını kırmak en büyük dileklerimden bir tanesi. (Bunu dilemeyi unutmuş olmama da on puan!)

Dilekler söylenmemeleriyle meşhurdur. Dualar için böyle bir kural söz konusu değildir ama. Dualar dileklerden daha değerli, daha önemlidir o yüzden. Senede bir kez -sırf yapmış olmak için, öylesine- dilek dilersin ama her dakika, her saniye dua etme şansın vardır. Dualarına karşılık bulma ihtimalin ise yine düşünme ve inanma şeklinle doğru orantılıdır. Çok istedin, olmadı mı? Böylesi daha hayırlı belki senin için? Hiç istemiyordun, ama oldu. Hayırlısı? Bilemezsin. Ne deniyordu? Hayır bildiğinde şer, şer bildiğinde hayır gizlidir de farkında değilsindir. Farkına varmayı dilemelisin bu defa. Dua etmelisin aklına her geldiğinde. "Her şeyin hayırlısı." demeyi öğrenmelisin en nihayetinde.

Baharı görmeyi dileyebilirsin bu seferlik. Kendini her açıdan kötü hissettiğin zamanlarda gözünün önünde olan ama görmediğin güzellikleri görmeyi dilesen kafi. Gül ağacı o zamanlarda da vardı, güller yine açmıştı her bahar olduğu gibi en güzel halleriyle. Tek fark, senin yüreğine bahar gelmemişti o vakitler. Güzde takılıp kalmıştın. Gönül gözün kapalıydı, gözün istediği kadar açık olsun ne fayda?

Hepimiz gülümüzden sorumluyuz neticede. Güller açmış, bahar gelmiş. Görebilen göz(ler) gerek.


21 Nisan 2013 Pazar

Söyleyemedim

"Bunu yazarım, bunu kesinlikle yazmalıyım!" dediğim çok fazla şey oldu aslında geçen zamanda. Ama gerek kendimi bu derece açmak istemediğim için gerekse bazı şeylerin aslında dile getirilmediğinde daha anlamlı olduğunu düşündüğüm için her seferinde vazgeçtim yazmaktan ve sıklıkla yaptığım gibi taslaklarıma mahkum ettim birçok şeyi. Birçoğunu da zihnime gömdüm sadece benim istediğim zamanlarda ortaya çıkmaları için. Orada olmaları her zaman o kadar da iyi bir şey olmamasına rağmen hiç olmamaları ihtimalinden daha iyidir diye düşünüyorum. Fazlasıyla düşünüyorum bazı zamanlar ve bu derece var olmak insana can sıkıntısı olarak geri dönebiliyor.

İçte ukde olan bir sürü şey en savunmasız olduğunuz anlarda yakalıyor sizi. Çoğu zaman da dinlediğiniz şarkılar, okuduğunuz şiirler, yazılar, hatıralar ve zamandan kesitlerle bilerek ve isteyerek siz çağırıyorsunuz onları sizi savunmasız yakalayacaklarının farkında olmadan. Gardınızı almazsanız bir anda sizi ele geçiriveriyorlar ve "Neden?" diye sorgulatıyorlar çokça. "Başka türlüsü mümkün değil miydi?" Kopamıyorsunuz gölgelerden. Aklınızda hep sorular, her soru için alternatif cevaplar, alternatif her bir cevap için farklı senaryolar... derken o tanıdık mide bulantısı hissiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Sonra sonra anlıyorsunuz ki o mide bulantıları kaldıramayacağınız şeylerle karşılaştığında (buna bir şeye haddinden fazla sevinmek de dahil) vücudunuzun  ortaya koyduğu savunma mekanizmalarından sadece biri.

Keşke kötülüklere karşı tam donanımlı yetiştirilseydik mesela. İyiliğin kötülüğe karşı her daim galip geldiği mutlu sonlar görmeseydik masallarda her zaman. Her şey bu kadar toz pembe olmasaydı. Kötünün kötüsüne hazırlansaydık da kötüyü gördüğümüzde elimiz ayağımıza dolaşmadan şükredebilseydik iyi ki kötünün kötüsü değil diye. Aslında her şeyin bizim algılayış şeklimizle alakalı olduğunu anlatsalardı bize. Kimsenin kusursuz olmadığını, bu yüzden inatla herkesi kusursuz görmeye çalışmamamız gerektiğini kazısalardı beynimize öğrenmeye en açık olduğumuz zamanlarda. Biz "öyle" görmek istediğimiz için insanların asla "öyle" olamayacağını... "Öyle" olmadıkları için onları suçlamamızın ve daha birçok şeyin anlamsızlığını... (Bunları söyleyenin  de kendi bebekliğini rüyasında gördüğü halde ona geleceğine yönelik elle tutulur, gözle görülür bir nasihatte bulunamayan ve sadece onu kucağına alıp deniz kenarına gezmeye götürmekle yetinen biri olduğunu parantez içinde belirtmem gerekiyor sanırım. Affet beni! Öyle güzel gülüyordun ki gerçekleri anlatmaya kıyamadım!)

Başlayan şey elbet bitiyor bir şekilde. Çoğu zaman sonlar acı verirken bazı başlangıçların en kötü sondan bile daha acı verici olabildiğini öğretiyor insana hayat zamanla. Bir şey başlayabildiyse korkmana gerek yok, elbet bitecek sen daha hiçbir şey anlayamadan ve işte tam da bu sebepten ötürü daha fazla korkman gerekiyor aslında. Korkuyorum. Üşüyorum.

Bir güne daha başladım ve bitti... Bir gün başla(ya)mazsam eğer, işte o gün hiç bitmeyecektir.

Bu arada şiirler hala canımı yakıyor. Rüyalar da öyle...

13 Mart 2013 Çarşamba

"Her ölüm erken ölümdür"

Birinin doğum gününü kutlarken bir başkasının ölüm haberini de alabiliyormuş insan. Doğum ve ölümün bu derece iç içe olduğunu da -yine unutacağını bile bile- tekrar tekrar hatırlıyormuş. Zaten her gün hayata devam eden o değilmiş gibi "Hayat devam ediyor" cümlesini tekrar kurarak bir nevi kendini kandırıyormuş. Acaba hayat, giden kişinin arkasında bıraktığı kocaman boşlukla yaşamak zorunda kalan kişi(ler) için gerçekten de devam ediyor muymuş?

Yakınımıza gelmeden hatırlamıyoruz ölümü asla. Hatırlıyor gibi görünüyoruz sadece. "Bugün var, yarın yokuz." derken bile gerçekten hissetmiyoruz aslında misafir olduğumuzu. Günlük koşuşturmalarda öylesine kaptırıyoruz ki kendimizi misafir olduğumuz yere... Sanki bir anlığına gidip sonra geri gelecekmişiz gibi... Sanki aslında ebediyen burada yaşayacakmışız gibi... Öylesine planlı, öylesine programlı, öylesine gelecek odaklı... Hayal, umut, hedef dolu ama bir o kadar da belirsiz. İki saniye sonramızı bilmeden yirmi yıl sonrasını düşünüyor, onunla da kalmayıp bir sonraki yirmi yılın planını çizmeye başlıyoruz kafamızda. Kafamıza göre ömür biçiyoruz kendimize. Ölüm geliyor sonra. "Ben hiç böyle planlamamıştım ama!" diyoruz. "Daha yapacak bir sürü şeyim vardı. Yaşamak bunlardan biri ve en önemlisi! Henüz yaşamaya bile başlamadım ki ben!" Şaka mı bu? Nasıl bu kadar erken olabilir? On yıl sonra gelse mesela? O da çok erken. Daha yeni yeni alışmış olurum yaşamaya o zaman. Rüyanın en güzel yerinde uyandırılır mı hiç insan? Peki uyandığında kaldığı yerden devam edebilir mi rüyasına? Paylaşabilir mi rüyalarını başkalarıyla?

Hayatınızın bir bölümünde, bir şekilde tanıdığınız/tanıştığınız bir insanın -sizden uzak da olsa- bir yerlerde nefes aldığını, yaşadığını bilmek, ara sıra herkesle paylaştığı düşüncelerini okumak, hayallerine, duygularına, dolayısıyla hayatına -doğrudan ya da dolaylı- bir şekilde ortak olmak, ne paha biçilmez bir mutlulukmuş meğer. Birilerinin hep orda olduğunu bilmek... O orda. Ben de ordayım. Bir şekilde yazıyor. Bir şekilde ona, yazdıklarına, paylaştıklarına erişebiliyorum. Öte yandan birilerinin aslında hiç orda olmamış olduğunu bilmek... Ama ordaydı, tıpkı benim gibi... Bir gün ben de olacağım, tıpkı onun gibi... Ne diyecekler "Nasıl bilirdiniz?" sorusuna? Ne kadar samimi olabilecek cevaplayanlar? İşte o soru ve gelen cevaplar sonrasında dilimize pelesenk olmuş "sonsuzluk" kelimesi tüm gerçekliğiyle kendisini yaşamamızı bekliyor olacak. Her şey "sonsuza kadar" ifadesinin ağızdan çıkışı kadar kolay olabilirse ne mutlu!

Ne kadar çok insan tanırsanız, o kadar üzülürsünüz; ne kadar çok yaşarsanız o kadar çok canınız yanar aslında. "Allah kimseye sevdiklerinin acısını göstermesin." diye bir dua vardır, çok severim. "Benim canımı sevdiklerimden önce al Allah'ım." demenin daha güzel ve -nispeten daha kabul edilebilir- bir şeklidir. Ama aynı zamanda da büyük bir bencillik örneğidir. "Bana onların acısını gösterme." dediğinde "Benim acımı onlara göster." demiş oluyorsun, ki hangisi daha kötüdür acaba? Nereden tutarsan elinde kalıyor. Duygular ve mantık her zaman olduğu gibi birbiriyle savaşıyor.

Yine de Cemal Süreya'nın 'Üstü Kalsın' şiirinde dediği gibi: "Her ölüm erken ölümdür..."

Hazırlandım, bir yere gidiyor gibiyim...

Ha unutmadan, hazır hayat devam ediyorken, beş yıl sonra kendini nerede görüyorsun? (Başka sorum yok Sayın Hakim.)

21 Şubat 2013 Perşembe

Yarı ölüm=Uyku

Bir rüya görmek istedim ilk defa. Güzel olmasına gerek yoktu. Gerçekleri anlatsa yeterdi.

Aylar önce rüyamda görmüş olduğum bir yeri gerçekten gördüm, görür görmez rüyamda gördüğümü hatırladım çünkü. Belki de tıpatıp öyle olduğuna inanmak istedi kalbim ve "İşte, burası!" sinyalleri gönderdi beynime. Tanıdık bir histi esasen. Daha önceden ruhlarımızın yaşamış olduğu bir hayatı çift dikişle gittiğimizi hatırlattı bana. Çocukluğumda birkaç defa daha aynı şekilde hissetmişliğim vardır ama fazlasıyla uzun bir ara vermişim demek ki.

İnanılır ki ruhlarımız yaratıldıklarında birçok bilgiye haizdiler ve ne yaşayacakları belliydi. Daha önce yaşamışlardı bir nevi. Ara sıra yaşadığımız "Deja vu!" yani "Ben bunu daha önce de görmüştüm. (?)" hissi bundan ileri gelmekte belki, neden olmasın? Yaratıldılar ve Bezm-i Ezel denen, nam-ı diğer Kâlu Belâ, o günde "Belâ" diyerek bir söz verdiler. Özgürleştiler sonra. Sözünü tutan da oldu, sözünden cayan da... Dünyaya gelmişlerdi en nihayetinde. "Belâ" derken farkındalar mıydı acaba özgürleşirken belaların merkezinde hapsolacaklarından? Ara sıra akıl, mantık sınırlamalarının olmadığı rüyalar aleminde gezmeye, dolaşmaya çıktıklarında özgürleşeceklerinden sadece?

Rüya görmek yorar insanı. Beden uyurken ruh özgür kalır, rüya alemlerinde dolaşır durur çünkü. Bize "Deja vu!" dedirtecek malzemeler toplar her ne kadar çoğunu hatırlamasak da. Hatırlamak daha çok yorar aslında. Uyuduğunu, dinlendiğini sandığın yarı ölüm halinde rüya görerek yorgunluğuna yorgunluk katmışsındır zaten, yetmezmiş gibi uyandığında da gördüğün tüm rüyaları hatırlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken bulursun kendini. Uyumak dünyanın en zor işi oluverir birden, rüya görmeyeyim lütfen diye dua edersin.

Zaten ben rüya görmeyi sevmem ki! Yine de bir rüya görmek istedim ilk defa. Güzel olmasaydı da olurdu. Ama olmadı. Deli gibi istediğim birçok şey gibi...

Hem yarı ölüm halinde bile bu derece özgürse ruhumuz...

Uyumak bu kadar zor olmasa gerekti.

İyi geceler. Tatlı uykular. Renkli rüyalar...




                       "...Madem uyku yarı ölüm, canıma gecedir kasteden..."

14 Şubat 2013 Perşembe

Bir ihtimal daha var, O da...

Fransızların papatya fallarında birinin sizi sevmeme ihtimali dörtte birdir. Bizim yarıya yarıya joker hakkımızı kullandığımız "seviyor-sevmiyor" kadar basit değil yani olay onlara göre. Sevmek de derecelendirilebilir bir kavram neticede, mantıklı bir yaklaşım. "il/elle m'aime..." (O beni seviyor...)" diye başlayıp "un peu... (biraz...) beaucoup... (çok) a la folie... (çılgınca...)" diye devam eder sevgi dereceleri ve o hiç istenmeyen ihtimal gelir ardından: "pas du tout (hiç sevmiyor)".



Şekil 1: Sevgisinden emin olan ancak derecesine bir türlü karar veremeyen bir şahsiyetin falı. Haliyle "pas du tout" seçeneği yok. Onun yerine "passionnément (tutkuyla)" eklenmiş.


P.S.: İşbu gönderinin bu anlamsız anlamlı günde yayınlanmış olması tamamen tesadüftür. Sevginizden emin olduğunuz her gün anlamlıdır (da siz farkında değilsinizdir). Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

8 Şubat 2013 Cuma

Senede bir gün

Takvimde herkese ait en az bir gün vardır. Benim için takvimin o günü sadece bir gün olmaktan ziyade ait olduğu kişiden ibarettir. O gün onundur, hatırlanır, hatırlanması gerekir. En azından hassasiyet gösterilmesi gerekir. Bu, o kadar da zor olmasa gerektir. Gözün içine içine sokulmasına gerek yoktur. Vardır, oradadır, değişmez. Teknolojiyle her şey daha da kolaylaşır ya hani. Hani kendisinin gösterdiği özeni başkalarından da görmek ister ya insan... Öyle işte.




Ufaklık 23 yaşında.

5 Şubat 2013 Salı

من القلب إلى القلب سبيلا : Kalpten kalbe yol vardır

Çocuklar yeni bir arkadaş bulduğunda en iyi anlaştıkları ve hep yanında olan arkadaşlarını unutuverirler ya hani bazen. Yeni bir dünya kurarlar kendilerince. Bilirler ki hep yanında olanlar zaten yanındadır aslında. Ama o yeni arkadaş öyle mi? Annesiyle birlikte misafirliğe gelmiştir ve gidecektir az biraz sonra. Tadını çıkarmak lazımdır o kısa anın. Diğeri o ne yaparsa yapsın oyuna çağırdığı an gelecek yakınlıktadır her daim. Hem kırılmaz, üzülmez.

Çocukluğumuza indik işte, çıktı ortaya birçok hareketimizin sebebi. İşte bu yüzden yeni kimselerle/şeylerle karşılaştığımızda anında tekmeyi basıveriyormuşuz emektarlara, hep bizimle olanlara. İçimizdeki çocuğu kaybetmeyelim derken hepten çocukça davranıyormuşuz yani. Yakındakinin kıymetini bilmiyormuşuz. Aslında bilmemiz lazımmış ki hep yakın kalsın, hiç uzak olmasın.

Ha bir de insan yakınken uzak olacağına, uzakken yakın olsunmuş. Asıl özlem yakınken uzak olunduğunda başlıyormuş ve daha çok can yakıyormuş çünkü. Hem uzaktan kasıt mesafeler değilmiş ki aslında anlayana. Gönüller arasındaki uzaklıkmış en kötüsü. Ve hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı düşüncesi...

Diyor ki Arapça bir söz:  .من القلب إلى القلب سبيلا (Mine'l-kalbi ile'l-kalbi sebîlâ.) Yani "Kalpten kalbe yol vardır."

Diyor ki Sultan III. Murad:
"Elbette bu hâlimden o yârin haberi var,
Fi'l-kalbi mine'l-kalbi ile'l-kalbi sebîlâ."

Kalp kalbe karşı olmasın hiç, kalpten kalbe yol olsun.


Sagopa Kajmer - Yakın ve Uzak : "Ben yakın sen uzak, ya sen yakınlarımda ben ırak..."


18 Ocak 2013 Cuma

"Benim de pençelerim var..."


9. Bölüm*

...Küçük prens, biraz üzgün, son baobap sürgünlerini de sökmüştü. Asla geri dönmeyeceğini düşünüyordu. Ama, her sabah yaptığı bu işler, o sabah ona çok hoş görünmüştü. Çiçeği son kez sulayıp cam fanustan koruyucusunu üzerine yerleştirmeye hazırlanırken, gözleri dolu dolu oldu.
"Elveda," dedi çiçeğe.
Ama çiçek yanıt vermedi.
"Elveda," diye tekrarladı Küçük Prens.
Çiçek öksürdü, ama nezleden falan değildi öksürmesi.
Sonunda "Çok saçmaladım," dedi. "Senden özür dilemek istiyorum. Mutlu olmaya bak, e mi?"
Küçük Prens, çiçeğin sitem etmemesine şaşırmış, elinde fanus kalakalmıştı. Onun bu yumuşak, bu sakin tavrına anlam veremiyordu.
"Elbette, seviyorum seni," dedi çiçek ona. "Benim yüzümden bunu bile anlayamadın. Ama artık hiçbir önemi yok. Tabii, sen de benim kadar aptallık ettin. Artık mutlu olmaya bak... Şu fanusu da bırak elinden. İstemiyorum onu."
"Ya rüzgâr..."
"O kadar da hasta değilim... Gecenin serinliği bana iyi gelir hem. Çiçeğim ben."
"Peki, ya hayvanlar..."
"Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, birkaç tırtıla katlanmam gerek. Çok güzel bir şey olmalı bu... Ziyaretime kim gelir yoksa? Sen uzaklarda olacaksın. Büyük hayvanlara gelince, onlardan korkum yok. Benim de pençelerim var..."
Bunu derken dört tanecik dikenini göstermişti. Sonra da "Sallanıp durma burada, huzursuz ediyorsun beni," dedi. "Madem gitmeye karar vermişsin, çek git hadi!"
Aslında, Küçük Prens ağladığını görsün istemiyordu. Pek gururlu bir çiçekti...


*Sumru Ağıryürüyen çevirisiyle Küçük Prens

2 Ocak 2013 Çarşamba

"Kendimden Notlar"dan "Kendime Notlar"a

Nostalji yapıyordum da yine... Eskiden yazıyormuşum bayağı, onu fark ettim. Sinirlenince yazmışım, sevinince yazmışım, üzülünce yazmışım... Her şeyi yazmadım hiçbir zaman, o kesin. Ama birçok şeyi yazmışım. Topuklu ayakkabı giymişim, sakızımdan çıkan fala kahkahalarla gülmüşüm, üniversitemin otomasyon sistemine sayıp sövmüşüm, hukuk çevirisi ödevlerinden dem vurmuşum, kahve fallarımda -mümkünse uzun- yollar aramış ama bulamamışım, rüyalar-kabuslar görmüş, milyon tane uçuk çıkarmışım, projemle büyük bir aşk yaşayıp teslim tarihinin yaklaştığı zamanlarda onunla sabahlamış ama yine de onu sevmekten hiç vazgeçmemişim, bol bol şiir okumuşum, öğretmenlik formasyonu stajında anlattığım dersi babama ithaf etmişim, eşzamanlı çeviri kabininde neler neler saçmalamışım, babamın greyderine beş tur binmişim -baba mesleğini devam mı ettirsem acaba?-, sunumlar yapmışım, sunumlar dinlemişim, sunum dinlemek için Hacettepe Üniversitesi'ne bile gitmişim, sınavları "fazlasıyla" önemsemişim, sinemalara-tiyatrolara gitmişim ve nihayet mezun olmuşum. Sonrasında o kadar yazmamışım ki şimdilerde "Yazını gören cennetlik" diyen de var, "Yüzünü gören cennetlik" diyen de. Bir süredir kabuğuma çekildim çünkü. Örgü örmeye de başlayacağım. Arz ederim.

29 Kasım 2011'de -kim bilir hangi olay ya da ne üzerine- tam da böyle yazmışım:
"Hayallerin ne kadar büyükse, hayal kırıklığın da o kadar gürültülü olur." Kendime not: İnsanları gözünde büyütme. Asla 'asla' deme. Başkalarını üzmemek için üzülme. Unutma ki asla kimseyi tam olarak tanıyamayacaksın ve kimsenin seninle ilgili ne düşündüğünden emin olamayacaksın. Fuzûlî demiş ya: "Sevmek daha değerlidir çünkü sevdiğinden emin olabilirsin ama sevildiğinden asla emin olamazsın." Sev ama hobi olarak sev senin anlayacağın. Karşılık beklemeden.

Benim hiç yeni yıl kararlarım olmadı. Hep kendime notlarım oldu ama, uygulanabilirliğine bakılmaksızın. Buradaki notlara da birkaç ekleme yapmak istedim sadece. 
Fazla konuşma. Bırak onlar konuşsun ama sen ihtiyacın olan kadarını duy. Kızma, elbet vardır her şeyin bir sebebi. Sen bol bol yaz, kendinle konuş. Biraz da unut, her şeyi en ince detayına kadar hatırlamak zorunda değilsin. Ve korktuğun zamanlarda umutla tekrarla: Aal izz well