26 Kasım 2017 Pazar

Anılar

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
ÖLÜYORUM...

Jorge Luis BORGES


P.S: Dünden bugüne olduğu gibi bugünden yarına bir iz daha kalsın istedim. Dün, bugün ve yarın için... 

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Acı çekmek özgürlükse...

Bir kitap okudum. Hayatım değişmedi gerçi. Ben ki en çok Facebook'tan, hadi bilemedin WhatsApp profil fotoğraflarından imalı laf yemiş bir insanım. Hayatımızdaki sayısız "kahraman"ın (ben dahil, o dahil, kendimiz dahil) bizim ya da başkalarının hayatlarına nasıl dokunabildi-ğini(-mizi), nasıl alt üst edebildi-klerini (-ğimizi) ya da nasıl el üstünde tutabildi-klerini (-ğimizi) öğrendim çarpıcı bir şekilde. Tokat gibi geldi. Çok hazırlıksız yakalandım.

Burada yazar ne demek istedi diye düşünmek zorunda kalmadım ilk defa. Çok tanıdıktı herkes, her şey. Herkes esas kahramandı. Ben de ordaydım. Hani hep olur ya? Roman kahramanları ile özdeşleştiririz kendimizi. Hani herkesin kendine ait bir dünyası olur? Kendilerine ait pencereleri... Elli yıl sonra aynı pencereden bakıldığında nasıl görünecek diye düşündüm çokça. Yazar burada ne demek istemiş? Neden yeşil peki? Teşbih, Mecaz-ı Mürsel ya da İstiare gibi söz sanatlarına mı başvurmuş?

İmla hatalarına, yazım yanlışlarına da kızdım yer yer. Lisan ile uğraşanların malumudur. İmla hatalarına, anlatım bozukluklarına falan takıktırlar haklı olarak. Editöre kızdım, geçti. Beğendim yine de. Duyguların ifade edilişi yaşanmışlığın, kurgudaki detaylar -yer yer rahatsız edici de olsa amaç rahatsızlık vermek aslında- ise bir araştırmanın ürünü olduğunu anlatıyordu yeterince. Kendimi karakterlerden birinin yerine koymadan okusaydım nasıl hissederdim bilmiyorum gerçi.

"Çok güzel bir kadına aşık olmak, erkeğin ömründe yaşayacağı en büyük travmalardan biridir. Bu çaresiz ve bitkin aşık, ruhunuzda o kadar büyük sarsıntı yaratır ki edebiyata biraz kabiliyetiniz varsa çektiğiniz acılardan sebep yazar ya da şair olursunuz..." diyor Onur Gökşen OT dergisinin Haziran 2017 sayısında. Kalemi zaten güçlü olan biriyseniz de yaşadıklarınızdan hareketle kurgu ustasına dönüşebiliyormuşsunuz demek ki.

Buraya kadar olan kısım edebi bir eser üzerine naçizane yorumlarımdı. Sanırım bundan sonrakiler bağlantılı itiraflar tadında ilerleyecek.

Telefon değişikliklerinde kıymet verdiğim insanlardan gelen ve çok sevdiğim mesajları not defterlerimde kayıt altına alırdım ben eskiden -kısa mesaj kutusunun belli sayıda mesajdan fazlasını kaydedemediği dönemlerde! Şimdiyse mesajları, sohbetleri, sohbetlerin parçası olan şiirleri, ses kayıtlarını, fotoğrafları silmem kolay kolay. Dönüp baktığımda kızdırsa da, üzse de... Benim arşivim, benim tarihim hepsi. Onlara da edebi eser gözüyle bakıyorum artık. Bu sebeple yazılanların çöpün derinliklerine ulaşmadığını görmek inanılmaz mutlu etti beni.

Başkalarının acılarına, anılarına ortak olduğumuz yazıları, şiirleri, eserleri okurken "Ne güzel söylemiş!" diye düşünüp onların acısına ortak olmakta bu derece hevesliyken kendi tarihimizin artık "esere" dönüşmüş anılarını, acılarını çöpe atmak... İster istemez geçmişe bu derece bağlı yaşamak da hastalık, evet, biliyorum.  Demem o ki, şiir severim ben. Şiirleri de yazıları da katletmem asla. Onlar bir defa yazıldığında ya da paylaşıldığında sadece kaleminden çıktıkları kişiye ait olmuyorlar çünkü. Kaleme alan kişi de katledememeli bence sırf bu sebepten. Acı çekilecekse de çekilmeli özgürleşmek için.

Neden acı? Kafka'nın "Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız. Bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız." sözü ve düşüncesinden mütevellit... Bizler ise susmanın bile şekil değiştirdiği zamanlardayız halbuki. Söylemek bir anlam ifade etmediği için de susabiliyoruz, muhatap bulamadığımız için de... İşte tam da bu sırada:

"Bir erkek, 'Izdırap çekiyorum, sen de beni seviyor musun?' diye ağlıyor, bir kadın da buna 'Sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum' diye cevap veriyordu." (Hüseyin Nihal Atsız - Ruh Adam)

P.S: 10 inçlik "dandik" netbook'um bozulalı yıllar oldu ve ben sonrasında hiç dizüstü bilgisayar kullanmadım. Yokluğunu çokça hissettim ama. Bu yazı taslağı da yazmaya kıyamadığım süslü defterlerimden birini mükemmel (!) el yazım ile şereflendirdi ilk kez.


Ve bir defa daha... Acı çekilecekse de çekilmeli özgürleşmek için...


7 Şubat 2017 Salı

Hâl-i pürmelâl (?)

Bu defa farklı olacak diye başladı... İyi gidiyordu, öyle de devam etmeliydi.

Gerektiği kadar değer verecekti her şeye, herkese. Olması gerektiği kadar.

Sorgulayacaktı yine. Fazla değil, olması gerektiği kadar. Zihnini bulandırmayacak, bir kısırdöngüye girmeyecek kadar yanıt alsa sorularına kafi. Her şeyi bilmek zorunda değildi hem.

Devam edecekti. Kendini parçalayana kadar değil ama. Kararında, kararlılıkla. Oldurabildikleriyle geldi bu zamana kadar. Olduramayacaklarıyla da yaşamayı öğrendi neticede.

Boşverecekti. Her zaman değil. Gerektiğinde. Her daim boşverilecek zamanlara ramak kalmıştı belki.

Unutacaktı. Hayatını idame ettirmek için hatırlaması gerekenler dışındakileri... Hiçbir şey olmamış gibi.

Vazgeçecekti. Olduğu kadar, olmadığı kader anlayışıyla... Gizlinin aşikar edildiği o anda gözlerindeki yaşlar nasıl vazgeçtiyse güvenli yuvalarından, öyle vazgeçecekti.

Duracaktı. Bu defa akışına bırakabilmeyi umuyordu. Usulca gardını düşürdü...

19 Mayıs 2016 Perşembe

Acı çekerek öğrenmek

"Hayat boyu öğrenme"nin mottom olduğunu bilen bilir ama "acı çekerek öğrenme" diye bir şeyin bu mottonun bu denli parçası olabileceğini ben bilmiyordum mesela. Öğrenmenin her türlüsü mübah diyerek aldık, kabul ettik neticede. Kabul etmekten başka çare varmış gibi sanki... Yine yılın "bu" zamanlarındayken tarihe not düşürelim madem.

Sığınılan limanlar öne çıkıyor bazı vakitler. "Keşke"lerden "iyi ki"lere dönüş kolay olmuyor her zaman. Bizim "keşke"lerimiz bir başkasının "iyi ki"si olabiliyor. Ötesini bilmiyoruz. Kimse bilmiyor. Ötesini bilmiyorum. Ama şükür ki her şeyi bilene inanıyorum. 

Gizliyi aşikar etmemek gerekse de benim limanım "oku"yan herkesin malumu. İlaç niyetine:

"...Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysa ki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 216)

Allah bilir, biz bilmeyiz...

20 Mart 2016 Pazar

Tereddüt


"Hem gelmeni istedim hem bekletmeni
Sen mi daha güzelsin, beklemek mi seni?"
                                 Beşir Ayvazoğlu-Tereddüt

Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin sembolik aşkına yönelik şeyler söylenegelmiş eskiden beri. İnternete yazdığımızda görebiliyoruz. (bkz. http://blog.milliyet.com.tr/galata-kulesi-ve-kiz-kulesinin-askini-bilir-misiniz-/Blog/?BlogNo=174001 ) Uzaktan sevmenin ve kavuşamamanın sembolü olmuşlar. Galata Kulesi'nden bakıldığında hayli ulaşılamaz görünen Kız Kulesi manzarasını görünce hak veriyor insan. Yine aklıma Kız Kulesi'ne çıkıp kulenin görünmediği bir sahile baktığım andaki hayal kırıklığım geliyor. Buruk bir sevinç. Hatta hüzün...

Ama Galata Kulesi başka... Uzak da olsa görüş mesafesinde bir Kız Kulesi olduğunu bilmek bile yetiyor insana. Her zaman Salacak kadar yakın bir noktadan en ince ayrıntısına kadar seyredebildiğin eser bir başka güzel noktadan bu denli küçük görünüyor olmasına rağmen zihnine kazıdığın detaylarla sen şekil veriyorsun bazı şeylere. Manzara için bile emek vermenin nasıl bir şey olduğunu idrak ediyorsun belki. Orda olduğunu bilmek bile yetiyor, görmek pek şart değil diyorsun. Gözden ırak olan gönülden de ırak olmuyor çünkü. Ama kavuşursan meşk, kavuşamazsan aşk oluyor.

Deniz sonsuz, manzara enfes... Tadabilen kalpler gerek. Şarkılara, şiirlere ve rüyalara da ara vermek gerekiyordur belki.





8 Mart 2016 Salı

Hoş mu geldin?

Hiçbir zaman insanların tek yüzlü olduğuna inanmamıştım. Çevremizdeki insan sayısı adedince yüzümüz var hepimizin. Herkese aynı şakayı yapamıyor, herkesle aynı ciddiyet ya da samimiyetle konuşamıyor oluşumuz en büyük göstergesi bu durumun. Öfkemizi, sevgimizi bile herkese gösteremiyorken hem de. Bunları düşününce keşke ikiyüzlü olsa insanlar diye geçiyor akıldan ister istemez. Keşke "sadece" ikiyüzlü olsalar... Mevzu sadece yüz de değil esasen. Peyami Safa'nın "Yalnızız" romanından hareketle herkesin "birinci" ve "ikinci"lerinin olması...

Şu sıralar gündemde olan "ikincilik" mevzusuna ithafen geliyor; birincilerimize ve ikincilerimize...

"...Kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz -Çünkü bak, 'kendi' var içimizde- birbirine karşı yalnızdır." 

Hepimizin çoğu zaman kendimizden bile gizlediğimiz, uygun zamanda ortaya çıkmak için bekleyen ikincileri vardır buna göre. Biz başkalarının birincisiyle tanışırız, tanıştığımıza da memnun oluruz hatta. Ama hiç beklemediğimiz (belki de beklediğimiz) bir anda ikincisi giriverir devreye. Ne acı!.. Aynı durum başkaları açısından bakıldığında bizim ikincilerimiz için de geçerli tabi ki.

Ya da şöyle diyelim: Sevdiğimiz insanı öyle yüceltiyoruz ki aslında "o kişiye" değil, ona yüklediğimiz değerler ve o kişinin birleşimine aşık olduğumuzu fark ediyoruz. Gerçekler ve idealar dünyası çatıştığı anda da büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyor haliyle. Bu durum kitapta aynen şu cümlelerle ifade ediliyor:

"Sevgilinin birinci realitesini hayal gibi, ideal gibi görüp onu -sevgiliyi- ikinci ve kaba realitesi içinde mahpus görüşümüz insan hakkındaki aldanışımızın bir galat-ı rüyetidir. Yani insanı hep yarım görüyoruz. Ya onu seviyoruz, birinci realitesi içinde; ya nefret ediyoruz ondan, ikinci realitesi içinde. Fakat nefretimiz esas. Çünkü onun birinci realitesini kendi hayalimiz sanıyoruz ve aşkta hayal kırıklığına uğrayınca, bunun, hakikatte, ikinci realiteye çarpan birincinin kırıklığı olduğunu anlamıyoruz." 

Ben mi? Ben sadece her şeyin bu kadar kolay olmaması gerektiğini düşünüyorum. Uç noktalar hiç bana göre değil. Ama yine de unutmak bu kadar kolay olmasa gerekti... Ateş denizini mumdan gemilerle geçmek de...

Challenge accepted! Vakit radikal kararlar alma vaktidir. Cap ou pas cap?


11 Şubat 2016 Perşembe

Attends/Bekle

Tu m'as dit "Je t'aime" (Bana "Seni seviyorum" dedin.)
Je t'ai dit "Attends" (Ben sana "Bekle" dedim)
J'allais dire: "Prends-moi" ("Al beni" diyecektim)
Tu m'as dit: "Va-t-en" (Sen bana "Git" dedin)


François Truffaut, 1962 (Jules et Jim)  


VS.   


Geleceğim, bekle dedi, gitti..
Ben beklemedim, o da gelmedi.
Ölüm gibi bir şey oldu...
Ama kimse ölmedi.


Özdemir Asaf (Çizik şiiri)