5 Aralık 2014 Cuma

Gerçekler Dünyası

"Beni öldürmeyen şey güçlendirir." mi sahi?

Uzun sayılmayacak bir süredir benimsetmeye çalışıyordum kendime tırnak içindeki cümleyi. Sonra fark ettim ki ben bu yarıştan güçlenerek çıkarken -aslına bakılırsa güçlenerek çıktığımı zannederken- bütün yükümü bilinçaltıma taşıtıyormuşum da haberim yokmuş.

"Gerçekte yaptığım" vs. "Aslında yapmak istediğim" tadında geçiyor yaşadıklarımın ve rüyamda gördüklerimin mücadelesi de. İstemediğim kişilerle türlü sorunlar yaşarken gerçekte münakaşa etmek istediklerimle rüyalarımda bile buluşamıyoruz maalesef(!). Köprüler yıkıyorum, gemiler yakıyorum, gelecekten geçmişe yolculuk yapıyorum. Oralarda bile "Sakin olun, kontrol bende. Her şey yolunda." triplerine giriyorum.

Kontrol ne zamandan beri bende acaba? Ya da doğru soru: Acaba kontrol gerçek anlamda bende oldu mu hiç? Kendi kendime "Olacak" dediğimi oldurabildim mi, başkalarının "olmayacak" dediğini oldurmadığım gibi?

Rüyalarımdan hareketle, geçmişteki sana anlatır gibi anlatıyorum. Seni öldürmeyen şey güçlendirmeyecek de. Sadece sen öyle zannedeceksin ki zayıflığın vurulmasın yüzüne. Birilerinin sen güçlendiğini zannet diye sana dayattığı anlamsızlıklara anlam yüklemeye çalışacaksın böylelikle. Ve ömrün bir anlamlandırma çabası ile nihayet bulacak.

Dilerim, yol yakındır...

Bilirim, varlık O'nundur.

Gerisi hep angarya...

Ama bir gün güçlü dur(a)mama ihtimali var ya, o koyuyor adama...

P.S: Neyse ki şiş örgüsünü öğrendim nihayet. Bu savaşların bir anlamı olmalı...

Posted via Blogaway

24 Eylül 2014 Çarşamba

Beklentilerle hayal kırıklıkları doğru orantılıdır

"İstemek başarmanın yarısıdır" anlayışına tepki olarak dünyaya gelmişim adeta. Genel kanının aksine bir şeyi ne kadar çok istersem o kadar çok olumsuzluklarla karşılaştım hayatım boyunca. Beklediğim, istediğim şeyler artık ben onları istemekten ve beklemekten vazgeçmenin eşiğine geldiğimde gerçekleşti çoğu zaman. Kötü mü oldu? Hayır.

İnsan kendini en kötüsüne hazırladığında ve beklentilerini düşük tuttuğunda karşısına gelen vasat bir şeye bile sevinir hale geliyor malum. Hayal kırıklıklarını gittiği her yere taşıma eziyetinden de kurtulmuş oluyor böylelikle bir nevi.

Hani çok meşhur doğru zaman-doğru mekan-doğru insan üçlüsü vardır ya? İstediğim şeylerin doğru insanı olmadım, olamadım genellikle ben. Ben doğru insanmışım gibi göründüğümde de istediğim şeylerin gerçekleşmesi için ne doğru zaman vardı ortada ne de doğru mekan.

Güne müthiş başlamak istedim, olmadı. "Bari iyi bitsin," dedim, o hiç olmadı. "Bu sefer olacak yahu hissediyorum!" diye geçirdim içimden, beceremedim. Beceremedim diye kendime kızdım. Beni dışardan izleyen "ben" de benim kendimi suçlayıcı tavrıma kızdı. Benliklerim çatışmaya başladı.

Sonra "Bir daha asla!" dedim, dinlemedim, kendime hiç dinletemedim. "Artık istemiyorum galiba," diye düşündüm, kendime şaşırdım. Bir elin beş parmağını geçmez şaşırışım. Gerçekleşmesine yetecek ölçüde istemiyorsam canıma minnetti neticede.

Sonuç olarak ben artık neyi istemediğimi, neyi beklemediğimi çok iyi biliyorum. Günü geldiğinde şaşırmak için öyle güzel istemiyorum ve öyle güzel beklemiyorum ki kendim bile kendime hayret ediyorum.

Çünkü beklenmediğinde gelir bazı güzel şeyler. Çünkü beklentilerle hayal kırıklıkları doğru orantılıdır...

Posted via Blogaway

24 Nisan 2014 Perşembe

Düşünemiyorum, öyleyse yokum

Duygularımdan arınmış gibiyim. Sadece yorgunluğu hissediyorum. Bedenim alarm vermese onu da hissetmem, eminim. Düşünemiyorum, yazamıyorum, okuyamıyorum! Gittikçe robotlaşıyorum. Robotlaştığımı bile hissetmiyorum. Çok şey yapmak isteyip hiçbir şey yapamıyorum. Neler neler söylemek istiyorum, onları bile söyleyemeye takat bulamıyorum. Ez-kaza bir şeyler üzerine kafa yorarsam, hakkında yazı yazmaya üşeniyorum. Kendimi dinlerken uyuyakalıyorum. Kendime bile yabancılaşıyorum. Yakında hiçbir şeye anlam veremediğim gibi benliğime de anlam veremeyeceğim.

Neden diye soruyorum. Cevap veremiyorum. Cevap veremeyecek, cevap arayamayacak kadar yorgunum. Her şey yeni başlamışken neyin yorgunluğu bu, onu da çözemiyorum. Kendimi dinlediğim tek vaktin İstanbul trafiği olması beni deli ediyor! Bilgisayarlardan nefret etmeye başlıyorum. Telefonlardan uzunca bir süre önce nefret etmiştim zaten. Vedalardan da nefret ediyorum, yeni başlangıçlardan korkuyorum. Yine de yeni yeni başlangıçların özlemini duyuyor, bazı kritik dönemlerde yaşanması gerektiğine inanıyorum. Sonların yeni başlangıçlar olduğunun bilincindeyim. Şükür ki henüz bilincimi de bilinçaltımı da kaybetmemişim.

Bir gün 24 saatmiş diyorlar. Alakası bile yok! Hafta içi bir gün olsa olsa 3, bilemedin -o da küçük bir ihtimalle- 4 saat. Çoğu zaman hafta sonu da öyle.
Ben sadece özledim sanırım. Zihnimi, çalışan nöronlarımla ilgilenmeyi, yazmayı, okumayı, hatta sınav çalışıp proje yazmayı.... 

Hem bunları bile İstanbul trafiğinde düşünüyorum/yazıyorum. Trafikten nefret ediyorum. Pazartesilerden ve pazarlardan nefret ediyorum. Sanırım uzunca bir süredir sadece Cumaları seviyor, özlüyor ve bekliyorum. Cuma gibi beklediğim başka şeyler de olmasını istiyorum. Çok şey mi istiyorum?

6 Nisan 2014 Pazar

Dünyanın en hızlı kabullenişi

Aslında başta kabullenemeyişi... "Lütfen şaka olsun"lar, "Hala inanamıyorum"lar, "Sanki bir yere gitmiş, birazdan gelecek gibi"ler, vs. vs. gibi cümlelerle dolu sonsuz bir kabullenemeyiş... Küçücük, kısacık bir anda oluverir her şey. Kısacık bir anda olup bittiği için zordur inanmak ve kabullenmek. Sonrasında birdenbire -nasıl olduğunu sizin de asla idrak edemeyeceğiniz bir şekilde- o "giden" oluverir, siz "kalan".

Daha az önce şimdiki zaman ya da en iyi ihtimalle geniş zaman kiplerini içeren cümleler kuruyorken bir anda cümlelerinizi geniş zamanın hikayesi ile sonlandırmaya başlarken bulursunuz kendinizi. "Sever"leriniz, "severdi" olur; "kızar"larınız, kızardı... Kendi ağzınızdan dökülen ve kabullenemediğinizi belirten cümleler yine kendi ağzınızdan dökülen cümlelerle aslında durumu nasıl da çabucak kabullendiğinizi ele verir gayriihtiyari. Cümleleriniz acıya, acınız gözyaşına dönüşür. Ama acı ve gözyaşları dahi nihai sonu ve son görevi değiştiremez. Yazılmıştır bir kere...

Gideni kendi elleriyle götürüp bırakır ebediyetin kucağına geride kalanlar. Ardında bıraktığı boşluğu da geçmişte yapamadıkları, söyleyemedikleri yığınla pişmanlıkları ve anılarıyla birlikte saklamak üzere "yürek"lerinin en ücra köşelerine yerleştirerek dönerler geriye. O boşluğa gizlenmiş pişmanlıklar açığa çıkma fırsatını buldukları anda boğazda düğüm, gözde yaş; anılar ise dudakta tebessüm olarak gideni aramızda yaşatmaya devam eder. Hem belki "giden" o değildir. Aslında o ebediyete kadar baki kalandır da "dünyada kaldığını zannedenler" olarak biz bilmiyoruzdur, kim bilir?

Ne mutlu baki kalanların boşluklarını vakti zamanında yerini tebessüme bırakacak anılarıyla dolduranlara! Dünyanın yalan, kefenin cepsiz olduğunu bilerek yaşayan ve öyle ölenlere... Ne mutlu yaşama amacı kedileri-köpekleri ekmeksiz, köyünü ağaçsız-meyvesiz, köy çocuklarını okulsuz, misafirlerini çaysız-ikramsız, insanları kalbi kırık bırakmamak olan baki kalanlara! 

13 Ocak 2014 Pazartesi

Yalnızız

*Sevgilinin hayaline, onun realitesinden daha büyük düşman olmadığını bilirsin, değil mi? Çünkü en büyük rakip odur. Bu hakikati kendine mesele yap, deş. Göreceksin ki, sevgilinin hayali sandığımız şey, onun bütününden tecrit edilmiş bir realite parçasıdır.

*Sevgilinin birinci realitesini hayal gibi, ideal gibi görüp onu -sevgiliyi- ikinci ve kaba realitesi içinde mahpus görüşümüz insan hakkındaki aldanışımızın bir galat-ı rüyetidir. Yani insanı hep yarım görüyoruz. Ya onu seviyoruz, birinci realitesi içinde; ya nefret ediyoruz ondan, ikinci realitesi içinde. Fakat nefretimiz esas. Çünkü onun birinci realitesini kendi hayalimiz sanıyoruz ve aşkta hayal kırıklığına uğrayınca, bunun, hakikatte, ikinci realiteye çarpan birincinin kırıklığı olduğunu anlamıyoruz.

*İkincilerimize hâkim olduğumuz nispette insanız.

*...Kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz -Çünkü bak, "kendi" var içimizde- birbirine karşı yalnızdır.

                                                                     (Peyami Safa-Yalnızız)