Geçenlerde yine eski defterlerimi karıştırıyorum. Arada sırada yaparım bu defter karıştırma işini, geçmişe mazi demeyi öğretiyor, öğretirken de düşündürüyor bir nevi. Tarihler, olaylar, olayların geçtiği yer-zaman ilişkisi, o esnada arka planda çalan (çalmasa bile insan zihninin oynadığı oyunla ana eşlik eden) müzik, geçilen yollar, kaldırımlar, konuşulan konular (çok alakasız şeyler bile olsa) önemlidir benim için. Herhangi bir yerde konuşulan herhangi bir olay konuşulduğu yerle birlikte hatırlanır her daim. Bir süre sonra o herhangi bir yer artık sadece o herhangi bir olaydan ibaret olmaya başlar. Dilcilerin azımsanamayacak bir çoğunluğunun bu tip acayip şeylerden muzdarip olduğu tecrübeyle sabittir. Şöyle ki, hatırlanması gereken hayati öneme sahip şeyler aklından tamamen uçup gider, kendi hazırladığın terimleri kabinde kullanamazsın, kabinde biri adını sorsa öylece kalırsın, her gün kullandığın bir kelimenin İngilizcesini biri pat diye sorsa asla hatırlayamazsın vs vs. Ama konu böyle incik cincik ayrıntı olduğunda da hatırlama konusunda senin beyninin üstüne yoktur!
Eski defterler diyordum. Fark ettim ki bundan yaklaşık 4-5 ay öncesine kadar tarihleri hep 2010 olarak atıyormuşum. Yani ben 2011'e 5 ay önce falan tam manasıyla girebilmişim. Yeniliklere pek açık değilim diyordum ama bu kadarına ben bile şaşırdım. Telaşa lüzum yok. Son bir aydır kendi kendime alıştırma yapıyorum. Tarihleri 2012 olarak atıyorum falan. Maksat yeni yıla hazırlık olsun.
Bunu böyle bir günde buraya yazmamın sebebini bilmiyorum desem yalan olur. Tamamen bir öğrenci kaçış psikolojisi ürünü bu yazı. Beni bekleyen bir bitirme projem, final ödevlerim ve yeni yılın ilk iki haftasının müthiş armağanı olan tam 7 tane final sınavım varken (çok şükür iki tanesini hali hazırda final haftası öncesinde olduk, diğer ikisini de ödev olarak teslim ediyoruz-ne mutlu!-) burada olmama öğrenciliğin çetrefilli yollarından geçmiş olanlar veya şu an sınavlara çalışanlar (en azından çalışmaya çalışanlar) şaşırmaz herhalde?
Neyse ki yeni yıla dün girdik biz. İki sıfır ve bir ikiden selamlar...
31 Aralık 2011 Cumartesi
1 Aralık 2011 Perşembe
Şem ile Pervane
….. O sırada rahlesinin üstündeki mumun çevresinde dönen bir pervane dikkatini çekti. Alevin çevresinde halkalar çizerek dönüyor, her defasında çemberin yarıçapını daraltırcasına aleve biraz daha yaklaşıyordu. “Galiba benim bu pervaneden farkım yok!” diye geçirdi içinden, “O da, ben de bir ateşin çevresinde dönüp duruyoruz. Üstelik ikimiz de gitgide ateşe daha çok yaklaşıyoruz.”
Aşkın bir bakış, belki kısacık bir göz kayması olduğunu düşündüğü ilk gündü o. Sonra geliştirdi düşüncesini: Göz kalbe iletiyordu güzelliği ve kalpte bir kıvılcım tutuşuyordu. Bu kıvılcım hem ışık, hem ateş olma potansiyeline sahipti. Işık olmanın yolu ateş olmaktan geçiyordu. Önce yanmak ve alevin ışığını süzerek nura döndürmek gerekiyordu. Gönülde tutuşan ateşi söndürmek için göz damla damla su akıtıyor ancak gözyaşı ateşi söndürmekten ziyade onun hararetini arttırıyordu. Nitekim kendisi de ağladıkça içinde O’nun aşkı artıyor, aşkı arttıkça gözünden akan yaşlar çoğalıyordu. Yanmak bakımından şu mum kendisine ne kadar da benziyordu. Onun da bağrında yanan bir can ipi, başında da alevler ve dumanlar vardı. Üstelik o yangından dolayı durmadan ağlıyor, gözyaşları bedeninden damla damla süzülürken bedenini eritiyor, tüketiyor, yok ediyordu. “Şu mum mu bana benziyor; ben mi muma dönmüşüm?!..” diye mırıldandı bir an ve devam etti bağrına birkaç yumruk vurarak; “Galiba mumlar gibi kendi gözyaşlarımın denizinde boğulana kadar sürecek bu yangın!”
Bütün bunlara ilişkin beyitler yazmaya devam etti uzunca bir süre. Sonra pervanenin ritmik dönüşlerine takıldı gözleri yeniden. Her dönüşte biraz daha daralan çember neredeyse mum alevinin üzerinde dönmeye başlamıştı. Pervane ışığına öyle kararlılıkla koşuyor, onu çepeçevre öyle kuşatıyordu ki!.. Bir an onu bir âşık olarak düşündü ve bu pervaneye nazaran kendisinin aşk iddiasında bulunmasının ne kadar da cılız kalıverdiğini gördü. “Evet! Bu pervane bana benzemiyor ve ben bu pervaneye benzeyemiyorum!” Sonra kendisinin de kaç günlerdir O’nun yolunu gözlemekten dolayı avare olduğunu, tıpkı şu pervane gibi O’nun çevresinden uzaklaşamadığını, hatta sevgi çemberini daha da daraltmak ve ona daha fazla yaklaşmak için her defasında daha cesur ve atak davranmaya başladığını falan düşündü. “Aşk” sözcüğünün “sarmaşık” demek olduğunu aklına getirdi bir an ve o sarmaşığın nice çınarlar gibi, selviler gibi kendisini de sardığını, buruk bir lezzet alarak hissetti. “Dıştan güzel görünen ama içten bünyeyi kurutan, hırpalayan bir sarmaşık” diye mırıldandığı sırada pervanenin, kanadını muma değdirdiğini ve o ilk yanış ile birlikte biraz gerilediğini gördü. Işığa vurgun pervanenin aşk azabını ilk tadışıydı bu. Kendisi bu azabı O’nu gördüğü gün tatmıştı. Ne kadar garipti, şu “azap” kelimesi “acı, elem, keder” demekti ama aynı zamanda “lezzet” de demekti.
Pervanenin bu yanıştan, kanadındaki bu küçük siyahlıktan birkaç dakika sonra, sanki o alevin lezzetini almış gibi geri döndüğünü, geniş açılı dönüşlerini daraltarak mumun çevresinde aşkın dar alanına girmeye başladığını görünce yine kendisiyle kıyasladı; “Onun aşkıyla ağlayışım, ayrılığının acısında bulduğum lezzettendir. Eğer bu ağlayış bana lezzet vermeseydi onu her defasında daha çok özlemezdim. Eğer sevgilinin ayrılığını çekmekte gizli bir haz olmasaydı, nasıl olurdu da onu hatrımdan silip atmaya çalışmazdım! Hasret denilen şey, acıdaki lezzetin ta kendisi olsa gerek; yoksa ayrılık neden aşkı çoğaltsındı ki!.. Bir de O’nu ilk gördüğümde kanadımı böyle yakmıştım; şimdiki hasretim de, lezzetim de işte o yanışın eseri değil miydi ya!..” O bunları düşünürken pervanenin dönüşlerini hızlandırıp sonunda kendini aleve attığını, bundan sakınmadığını gördü. Aşkın azabı yaptırmıştı ona bunu ve sevgilisinin varlığında kendi varlığını yok etmiş, belki onun ışığını kucaklarken kendini de ona feda edivermişti…
(İskender Pala- Aşkname (syf 63-65)
17 Kasım 2011 Perşembe
Sen, Ben, O!..
Sen, Ben, O!..
Her ben, dolaylı bir şekilde bir seni anlatış, bir senden yakınıştır.
Çünkü benim yerim seninle onun arasındadır.
Ve o değildir bana yakın olan, sensin.
Ben ben olsam dilbilgisi kitaplarındaki tekil şahıs zamirlerini şu
sıraya göre düzenlerdim.
Sen, ben, o!
Başta sen gelir, çünkü ben diye bir şey yok sen olmadıkça.
Her ben, ben'liğini sen'le anlar
Behçet Necatigil
P.S: Seven ile sevilenin bir olduğunun somut ifadesi. Senlik-benlik kalkar ortadan. Tek bir "ben" kalır geriye. Seven de sevilen de "ben"de gizlidir. Ona baktığında kendisini, kendine baktığında onu görür. Öyle ki kendi içinde bulur sevdiğini, sonra Mecnun olur, tanımaz karşısında duran Leyla'sını. O hiçbir zaman ayrı düşmemiştir ki sevdiğinden, kavuşmak da neyin nesidir? Zaten nereye giderse götürmüştür sevdiğini, kendini. Bu yüzden Pazartesilerimi anlamlı kılan, güldüren, ağlatan, yeri geldiğinde sinir bozan bu dizinin esasen tek cümlelik özeti şudur: "Kavuşursan meşk olur, kavuşamazsan aşk olur."
8 Kasım 2011 Salı
Küçük Prens=The Little Prince=Le Petit Prince=Der Kleine Prinz=El Principito=الأمير الصغير
21. Bölüm
İşte tam o sırada tilki çıkıverdi ortaya.
"Merhaba," dedi.
"Merhaba," dedi usulca Küçük Prens. Ardına dönmüş, ama hiçbir şey görememişti.
"Buradayım!" dedi ses. "Elma ağacının altında…"
"Sen de kimsin?" dedi Küçük Prens. "Ne kadar güzelsin…"
"Ben bir tilkiyim," dedi tilki.
"Hadi gel de oyna benimle," dedi Küçük Prens. "Hiç keyfim yok…"
"Seninle oynayamam ki," dedi tilki. "Evcilleştirilmedim ben."
"Öyle mi? Affedersin," dedi Küçük Prens.
Ama bir süre düşündükten sonra da, "Evcilleştirmek ne demek?" diye sordu.
"Anlaşılan buralı değilsin sen," dedi tilki. "Ne arıyorsun buralarda?"
"İnsanları arıyorum," dedi Küçük Prens. "Evcilleştirmek ne demek?"
"İnsanlar ha…" dedi tilki. "İnsanların tüfekleri olur ve ava çıkarlarr. Çok tedirgin edici bir şey bu! Bir de tavuk yetiştirirler. Tek ilgi duydukları şey budur. Sen tavuk peşinde misin yoksa?"
"Hayır," dedi Küçük Prens. "Ben kendime dost arıyorum. Evcilleştirmek ne demek?"
"Çoktan unutulmuş bir şey," dedi tilki. "Bir anlamda, ‘bağ oluşturmak’ diyebiliriz buna…"
"Bağ oluşturmak mı?"
"Kesinlikle," dedi tilki. "Sen, benim için, diğer yüz bin küçük oğlan çocuğuna benzeyen bir oğlan çocuğundan başka bir şey değilsin şimdilik. Sana ihtiyacım yok. Senin de bana ihtiyacın yok. Ben de senin için, diğer yüz bin tilki gibi bir tilkiyim yalnızca. Ama, beni evcilleştirirsen, birbirimize ihtiyaç duyarız. Sen benim için dünyada bir tanecik olursun. Ben de senin için dünyada bir tanecik olurum…"
"Anlamaya başlıyorum," dedi Küçük Prens. "Bir çiçek var… Galiba o çiçek beni evcilleştirdi…"
"Olabilir," dedi tilki. "Dünya üzerinde neler görüyoruz, bilsen…"
"Ama, bu Dünya’da geçen bir olay değil!" dedi Küçük Prens.
Tilki adamakıllı şaşırmış görünüyordu.
"Yoksa, başka bir gezegende mi?"
"Evet."
"O gezegende avcılar var mı peki?"
"Yok."
"Bak, bu çok ilginç işte! Peki, ya tavuklar?"
"Yok."
"Hiçbir şey mükemmel olamıyor," diye iç çekti tilki. Sonra, hemen bıraktığı yerden devam etti.
"Yaşamım çok tekdüze. Ben tavuk avlamaya çıkarım, insanlar da beni avlamaya çıkarlar. Bütün tavuklar birbirine benzer, bütün insanlar da birbirine benzer. Bu yüzden biraz canım sıkılıyor doğrusu. Ama, eğer sen beni evcilleştirirsen, yaşamıma güneş doğmuş gibi olur. Diğerlerini hepsinden farklı bir ayak sesini tanıyor olurum o zaman. Başka bir ayak sesi duydum mu, yerin altına kaçmam gerekir. Ama seninki, tıpkı bir müzik sesi gibi, beni inimden dışarı çağırır. Şuraya bak!Şu buğday tarlasını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğdayın bana yararı yoktur çünkü. Buğday tarlaları bana hiçbir şey hatırlatmaz. Ne yazık, değil mi? Ama, senin saçların altın rengi. Yani, beni evcilleştirirsen, müthiş olacak! Altın rengi buğdaylar, bana seni hatırlatacak. Ben de başaklardaki rüzgâr sesini seveceğim…"
Tilki susup uzun uzun Küçük Prens’i süzdü.
"N’olur… Evcilleştir beni!" dedi sonra.
"Çok isterim," dedi Küçük Prens. "Ama fazla vaktim yok. Dostlar bulmam, bir sürü şey öğrenmem lazım daha."
"Ancak evcilleştirince öğrenirsin," dedi tilki. "İnsanların hiçbir şey öğrenecek vakitleri yok artık. Her şeyi satıcılardan hazır alıyorlar. Ama dost satan bir satıcı olmadığından, insanların dostları da yok artık. Bir dost istiyorsan, evcilleştir beni!"
"Ne yapmak lazım?" diye sordu Küçük Prens.
"Çok sabırlı olmak lazım," dedi tilki. "Önce, az ötemde oturacaksın, şöyle, otların üzerine… Ben sana göz ucuyla bakacağım; ama sen hiçbir şey demeyeceksin. Dil bütün yanlış anlaşılmaların kaynağıdır. Ama her gün, birazcık daha yakınıma oturmalısın…"
Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.
"Aynı saatte gelmen daha iyi olurdu," dedi tilki. "Diyelim, öğleden sonra dörtte geliyorsun, saat üçten itibaren içim mutluluktan kıpır kıpır olmaya başlar. Vakit yaklaştıkça, kendimi giderek daha mutlu hissederim. Saat dört olur olmaz da, bir telaş kaplar içimi: Mutluluğun bedelini anlamaya başlarım! Ama sen herhangi bir saatte gelirsen, yüreğimi ne zaman buna hazırlayacağımı bilemem. Âdet denen şey iyi bir şey…"
"Âdet nedir?" diye sordu Küçük Prens.
"Bu da çoktan unutulmuş şeylerden biri," dedi tilki. "Bu, belli bir günü ya da bir saati diğerlerinden farklı kılan şeydir. Örneğin; benim avcıların yaşadığı yerde bir âdet vardır. Perşembeleri köyün kızlarıyla dans edilir. Dolayısıyla, Perşembe harika bir gündür! Ben de üzüm bağlarına uzanırım o zaman. Avcılar, her gün dans edebilselerdi, günlerin birbirinden hiç farkı olmazdı, ben de rahat yüzü göremezdim."
Bunun üzerine, “Küçük Prens tilkiyi evcilleştirdi. Sonunda, gitme vakti yaklaştığında, "Al işte!" dedi tilki. "Ağlayacağım galiba."
"Bu senin kabahatin," dedi Küçük Prens. "Senin kötülüğünü ister miyim hiç? Ama evcilleştirilmeyi kendin istedin…"
"Tabii," dedi tilki.
"Ama ağlayacaksın!" dedi Küçük Prens.
"Tabii," dedi tilki.
"O halde, bundan hiçbir kazancın olmadı!"
"Olmaz mı hiç?" diye itiraz etti tilki. "Başakların rengini hatırlasana."
Sonra da, "Git de güllere tekrar bak," dedi. "Seninkinin dünyada tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmeye geldiğinde, sana bir sır hediye edeceğim."
Küçük Prens gülleri bir kez daha görmeye gitti.
"Benim gülüme hiç benzemiyorsunuz. Gözümde hiçbir kıymetiniz yok," dedi onlara. "Kimse sizi evcilleştirmemiş, siz de kimseyi evcilleştirmemişsiniz. Tilkimin bir zamanlarki haline benziyor haliniz. Yüz bin tilki içinde teki bile benim tilkime benzemez. O dostum oldu benim, şimdi dünyada eşi benzeri yok."
Güller çok bozuldu bu sözlere.
"Güzelsiniz ama boşsunuz," diye devam etti Küçük Prens. "Uğrunuza kimse can vermek istemez. Elbette, yoldan geçen sıradan biri gülümü gördüğünde, size benzediğini sanacaktır. Ama o tek başına hepinizden daha önemli çünkü benim suladığım gül o. Çünkü üzerini cam fanusla örttüğüm o. Çünkü esen yelden siperlikle koruduğum o. Çünkü kelebek olması için bıraktığım bir ikisi dışında, üzerindeki tırtılları ayıkladığım o. Çünkü sızlanmalarına, böbürlenmelerine, hatta suskunluklarına kulak kesildiğim de o. Çünkü o benim gülüm."
Sonra tilkinin yanına döndü.
"Elveda," dedi.
"Elveda," dedi tilki de. "İşte sırrım, çok basit: En iyi, yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez."
"Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez," diye yineledi Küçük Prens unutmamak için.
"Gülünü senin için bu kadar önemli kılan, ona harcadığın zamandır."
"Gülümü benim için bu kadar önemli kılan, ona harcadığım zaman…" dedi Küçük Prens unutmamak için.
"İnsanlar bu hakikati unuttular," dedi tilki. "Ama sen unutmamalısın. Bir şeyi evcilleştirdin mi, sorumluluğu sana ait olur. Gülünden sorumlusun yani…"
"Gülümden sorumluyum…" diye yineledi Küçük Prens unutmamak için.
_____________________________________________________________
Sumru Ağıryürüyen çevirisiyle Küçük Prens. Bugün ben konuşmadım, Küçük Prens konuştu. Dilerim hep o konuşsun.
İşte tam o sırada tilki çıkıverdi ortaya.
"Merhaba," dedi.
"Merhaba," dedi usulca Küçük Prens. Ardına dönmüş, ama hiçbir şey görememişti.
"Buradayım!" dedi ses. "Elma ağacının altında…"
"Sen de kimsin?" dedi Küçük Prens. "Ne kadar güzelsin…"
"Ben bir tilkiyim," dedi tilki.
"Hadi gel de oyna benimle," dedi Küçük Prens. "Hiç keyfim yok…"
"Seninle oynayamam ki," dedi tilki. "Evcilleştirilmedim ben."
"Öyle mi? Affedersin," dedi Küçük Prens.
Ama bir süre düşündükten sonra da, "Evcilleştirmek ne demek?" diye sordu.
"Anlaşılan buralı değilsin sen," dedi tilki. "Ne arıyorsun buralarda?"
"İnsanları arıyorum," dedi Küçük Prens. "Evcilleştirmek ne demek?"
"İnsanlar ha…" dedi tilki. "İnsanların tüfekleri olur ve ava çıkarlarr. Çok tedirgin edici bir şey bu! Bir de tavuk yetiştirirler. Tek ilgi duydukları şey budur. Sen tavuk peşinde misin yoksa?"
"Hayır," dedi Küçük Prens. "Ben kendime dost arıyorum. Evcilleştirmek ne demek?"
"Çoktan unutulmuş bir şey," dedi tilki. "Bir anlamda, ‘bağ oluşturmak’ diyebiliriz buna…"
"Bağ oluşturmak mı?"
"Kesinlikle," dedi tilki. "Sen, benim için, diğer yüz bin küçük oğlan çocuğuna benzeyen bir oğlan çocuğundan başka bir şey değilsin şimdilik. Sana ihtiyacım yok. Senin de bana ihtiyacın yok. Ben de senin için, diğer yüz bin tilki gibi bir tilkiyim yalnızca. Ama, beni evcilleştirirsen, birbirimize ihtiyaç duyarız. Sen benim için dünyada bir tanecik olursun. Ben de senin için dünyada bir tanecik olurum…"
"Anlamaya başlıyorum," dedi Küçük Prens. "Bir çiçek var… Galiba o çiçek beni evcilleştirdi…"
"Olabilir," dedi tilki. "Dünya üzerinde neler görüyoruz, bilsen…"
"Ama, bu Dünya’da geçen bir olay değil!" dedi Küçük Prens.
Tilki adamakıllı şaşırmış görünüyordu.
"Yoksa, başka bir gezegende mi?"
"Evet."
"O gezegende avcılar var mı peki?"
"Yok."
"Bak, bu çok ilginç işte! Peki, ya tavuklar?"
"Yok."
"Hiçbir şey mükemmel olamıyor," diye iç çekti tilki. Sonra, hemen bıraktığı yerden devam etti.
"Yaşamım çok tekdüze. Ben tavuk avlamaya çıkarım, insanlar da beni avlamaya çıkarlar. Bütün tavuklar birbirine benzer, bütün insanlar da birbirine benzer. Bu yüzden biraz canım sıkılıyor doğrusu. Ama, eğer sen beni evcilleştirirsen, yaşamıma güneş doğmuş gibi olur. Diğerlerini hepsinden farklı bir ayak sesini tanıyor olurum o zaman. Başka bir ayak sesi duydum mu, yerin altına kaçmam gerekir. Ama seninki, tıpkı bir müzik sesi gibi, beni inimden dışarı çağırır. Şuraya bak!Şu buğday tarlasını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğdayın bana yararı yoktur çünkü. Buğday tarlaları bana hiçbir şey hatırlatmaz. Ne yazık, değil mi? Ama, senin saçların altın rengi. Yani, beni evcilleştirirsen, müthiş olacak! Altın rengi buğdaylar, bana seni hatırlatacak. Ben de başaklardaki rüzgâr sesini seveceğim…"
Tilki susup uzun uzun Küçük Prens’i süzdü.
"N’olur… Evcilleştir beni!" dedi sonra.
"Çok isterim," dedi Küçük Prens. "Ama fazla vaktim yok. Dostlar bulmam, bir sürü şey öğrenmem lazım daha."
"Ancak evcilleştirince öğrenirsin," dedi tilki. "İnsanların hiçbir şey öğrenecek vakitleri yok artık. Her şeyi satıcılardan hazır alıyorlar. Ama dost satan bir satıcı olmadığından, insanların dostları da yok artık. Bir dost istiyorsan, evcilleştir beni!"
"Ne yapmak lazım?" diye sordu Küçük Prens.
"Çok sabırlı olmak lazım," dedi tilki. "Önce, az ötemde oturacaksın, şöyle, otların üzerine… Ben sana göz ucuyla bakacağım; ama sen hiçbir şey demeyeceksin. Dil bütün yanlış anlaşılmaların kaynağıdır. Ama her gün, birazcık daha yakınıma oturmalısın…"
Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.
"Aynı saatte gelmen daha iyi olurdu," dedi tilki. "Diyelim, öğleden sonra dörtte geliyorsun, saat üçten itibaren içim mutluluktan kıpır kıpır olmaya başlar. Vakit yaklaştıkça, kendimi giderek daha mutlu hissederim. Saat dört olur olmaz da, bir telaş kaplar içimi: Mutluluğun bedelini anlamaya başlarım! Ama sen herhangi bir saatte gelirsen, yüreğimi ne zaman buna hazırlayacağımı bilemem. Âdet denen şey iyi bir şey…"
"Âdet nedir?" diye sordu Küçük Prens.
"Bu da çoktan unutulmuş şeylerden biri," dedi tilki. "Bu, belli bir günü ya da bir saati diğerlerinden farklı kılan şeydir. Örneğin; benim avcıların yaşadığı yerde bir âdet vardır. Perşembeleri köyün kızlarıyla dans edilir. Dolayısıyla, Perşembe harika bir gündür! Ben de üzüm bağlarına uzanırım o zaman. Avcılar, her gün dans edebilselerdi, günlerin birbirinden hiç farkı olmazdı, ben de rahat yüzü göremezdim."
Bunun üzerine, “Küçük Prens tilkiyi evcilleştirdi. Sonunda, gitme vakti yaklaştığında, "Al işte!" dedi tilki. "Ağlayacağım galiba."
"Bu senin kabahatin," dedi Küçük Prens. "Senin kötülüğünü ister miyim hiç? Ama evcilleştirilmeyi kendin istedin…"
"Tabii," dedi tilki.
"Ama ağlayacaksın!" dedi Küçük Prens.
"Tabii," dedi tilki.
"O halde, bundan hiçbir kazancın olmadı!"
"Olmaz mı hiç?" diye itiraz etti tilki. "Başakların rengini hatırlasana."
Sonra da, "Git de güllere tekrar bak," dedi. "Seninkinin dünyada tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmeye geldiğinde, sana bir sır hediye edeceğim."
Küçük Prens gülleri bir kez daha görmeye gitti.
"Benim gülüme hiç benzemiyorsunuz. Gözümde hiçbir kıymetiniz yok," dedi onlara. "Kimse sizi evcilleştirmemiş, siz de kimseyi evcilleştirmemişsiniz. Tilkimin bir zamanlarki haline benziyor haliniz. Yüz bin tilki içinde teki bile benim tilkime benzemez. O dostum oldu benim, şimdi dünyada eşi benzeri yok."
Güller çok bozuldu bu sözlere.
"Güzelsiniz ama boşsunuz," diye devam etti Küçük Prens. "Uğrunuza kimse can vermek istemez. Elbette, yoldan geçen sıradan biri gülümü gördüğünde, size benzediğini sanacaktır. Ama o tek başına hepinizden daha önemli çünkü benim suladığım gül o. Çünkü üzerini cam fanusla örttüğüm o. Çünkü esen yelden siperlikle koruduğum o. Çünkü kelebek olması için bıraktığım bir ikisi dışında, üzerindeki tırtılları ayıkladığım o. Çünkü sızlanmalarına, böbürlenmelerine, hatta suskunluklarına kulak kesildiğim de o. Çünkü o benim gülüm."
Sonra tilkinin yanına döndü.
"Elveda," dedi.
"Elveda," dedi tilki de. "İşte sırrım, çok basit: En iyi, yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez."
"Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez," diye yineledi Küçük Prens unutmamak için.
"Gülünü senin için bu kadar önemli kılan, ona harcadığın zamandır."
"Gülümü benim için bu kadar önemli kılan, ona harcadığım zaman…" dedi Küçük Prens unutmamak için.
"İnsanlar bu hakikati unuttular," dedi tilki. "Ama sen unutmamalısın. Bir şeyi evcilleştirdin mi, sorumluluğu sana ait olur. Gülünden sorumlusun yani…"
"Gülümden sorumluyum…" diye yineledi Küçük Prens unutmamak için.
_____________________________________________________________
Sumru Ağıryürüyen çevirisiyle Küçük Prens. Bugün ben konuşmadım, Küçük Prens konuştu. Dilerim hep o konuşsun.
23 Ekim 2011 Pazar
Sergi Ziyafeti
Yaklaşık bir buçuk saatlik ders arasında arkadaşlarla -esasen ders için biraz oflaya puflaya- gittiğimiz ama tesadüf eseri iki farklı sergiyle daha karşılaşarak mutlu mesut fotoğraf çektiğimiz ve derse geç kalmamıza sebep olan sergilerin albümüyle geldim bu sefer.
O büyük, ihtişamlı, heybetli, ulu, âli vs. vs. kapıdan “Bir zamanlar (geçtiğimiz üç sene) bu kampüse almadığınız fakir ama gururlu Edebiyat Fakülteliler vardı!” diyerek ama yine de x-ray cihazlarının radyasyonuna maruz kalmaktan kaçamayarak içeri giriyoruz. Önce vaktiyle Çeviribilim bölümü olarak “Uluslararası Çeviri Kolokyumu”na ev sahipliği yaptığımız en üst katta bulunan “Geçmişte çeviri ve çevirmenlik” sergisini geziyoruz. Bir nevi biz de geçmişi, yani iki yıl önceyi yâd ediyoruz aslında. Oldukça yoğun içerikli, güzel fotoğraflarla süslenmiş sergiden çıktıktan sonra aynı katta bulunan kamera ve fotoğraf makinelerinin sergilendiği bölümü fark ediyoruz ve hemen gezmeye başlıyoruz tabi hayranlıkla. Biz 1950’lerde, 60’larda, 70’lerde kullanılan kameralar ve fotoğraf makineleri üzerine yorumlar yaparak kendimizi kaybetmişken güvenlik görevlisinin sergiyi gezmeye izniniz yok uyarısıyla şok oluyoruz ama çaktırmıyoruz tabi. Meğer sergiyi gezmek için hocadan (?) izin alınması gerekiyormuş aslında? Ama güvenlik görevlisinin lütfuyla ve nezaretinde tamamlayabiliyoruz gezimizi bir sorun çıkmadan.
Alt kata indiğimizde seramiklerin büyülü dünyasına adım atıyoruz bir nevi. Seramikten yapılma kuşlar ve kuş evleri –ev değil onlar, saray!- karşılıyor bizi. Camilerde pek çok örneğini gördüğümüz, dünyada bizden başka canlıların yaşadığının bilincinde olunduğunu gösteren kuş saraylarının detaylı, seramik örnekleriyle karşılaşıyoruz. Meğer yeri geldiğinde Kız Kulesi de ev olurmuş kuşlara, laleler de, İstanbul Üniversitesi de… :)
Fethipaşa’daki kuş saraylarını da ekleme ihtiyacı hissettim albüme naçizane. Paçalı, Benekli, Çiko, Dilâra… E malum, Dilâra’yı evinde yakalayabilmek de her zaman mümkün olmuyor tabi. :)
Veee anlam ve öneme uygun şarkı da Feridun Düzağaç'tan geliyor. Düşler Sokağı... "Ben kuşlardan da küçüktüm bir gece vaktiydi....."
O büyük, ihtişamlı, heybetli, ulu, âli vs. vs. kapıdan “Bir zamanlar (geçtiğimiz üç sene) bu kampüse almadığınız fakir ama gururlu Edebiyat Fakülteliler vardı!” diyerek ama yine de x-ray cihazlarının radyasyonuna maruz kalmaktan kaçamayarak içeri giriyoruz. Önce vaktiyle Çeviribilim bölümü olarak “Uluslararası Çeviri Kolokyumu”na ev sahipliği yaptığımız en üst katta bulunan “Geçmişte çeviri ve çevirmenlik” sergisini geziyoruz. Bir nevi biz de geçmişi, yani iki yıl önceyi yâd ediyoruz aslında. Oldukça yoğun içerikli, güzel fotoğraflarla süslenmiş sergiden çıktıktan sonra aynı katta bulunan kamera ve fotoğraf makinelerinin sergilendiği bölümü fark ediyoruz ve hemen gezmeye başlıyoruz tabi hayranlıkla. Biz 1950’lerde, 60’larda, 70’lerde kullanılan kameralar ve fotoğraf makineleri üzerine yorumlar yaparak kendimizi kaybetmişken güvenlik görevlisinin sergiyi gezmeye izniniz yok uyarısıyla şok oluyoruz ama çaktırmıyoruz tabi. Meğer sergiyi gezmek için hocadan (?) izin alınması gerekiyormuş aslında? Ama güvenlik görevlisinin lütfuyla ve nezaretinde tamamlayabiliyoruz gezimizi bir sorun çıkmadan.
Alt kata indiğimizde seramiklerin büyülü dünyasına adım atıyoruz bir nevi. Seramikten yapılma kuşlar ve kuş evleri –ev değil onlar, saray!- karşılıyor bizi. Camilerde pek çok örneğini gördüğümüz, dünyada bizden başka canlıların yaşadığının bilincinde olunduğunu gösteren kuş saraylarının detaylı, seramik örnekleriyle karşılaşıyoruz. Meğer yeri geldiğinde Kız Kulesi de ev olurmuş kuşlara, laleler de, İstanbul Üniversitesi de… :)
Fethipaşa’daki kuş saraylarını da ekleme ihtiyacı hissettim albüme naçizane. Paçalı, Benekli, Çiko, Dilâra… E malum, Dilâra’yı evinde yakalayabilmek de her zaman mümkün olmuyor tabi. :)
Veee anlam ve öneme uygun şarkı da Feridun Düzağaç'tan geliyor. Düşler Sokağı... "Ben kuşlardan da küçüktüm bir gece vaktiydi....."
25 Eylül 2011 Pazar
Bitti, Gitti…
Bayram bitti. Tatil bitti. Staj bitti, defteri ayrıca bitirildi. İş hayatı maratonu bitti. Olaylı kayıt yenileme süreci bitti. Bir ‘yapılacaklar listesi’ daha birinci maddeye bile dokunulamadan yok oldu, gitti. Yerine göre huzur gitti yerini kargaşa ve strese bırakarak, yerine göre umut geldi hala umut olduğunu hatırlatarak. Herkes gitti yalnızlığı tattırarak, geri geldi kalabalıkta bile yalnız olduğumuzu anlatarak. Ağustos bitti, Eylül geldi. Hazan Eylül’ü getirdi, Eylül hüznü, koşuşturmacayı, yağmuru, rüzgârı, vaktiyle başlangıcı... Gelen geldi, giden gitti, biten bitti.
20 Temmuz 2011 Çarşamba
Time heals everything, Give time “Time”
Huzurlu, sessiz, sakin, dingin, serin, kısacası mükemmel bir Salı (bizi kırmayıp Pazar günü taklidi yaptı bu seferlik sağ olsun) gününü geride bırakmanın derin üzüntüsü içindeyken bir şeyler karalamak istedim sadece. Uzun zaman olmuş yazmayalı, ki bu bana çok uzun gelen süre zarfında çok şey oldu esasen. Üçüncü sınıf kazasız belasız bitti örneğin. Resmî staj bitti, beni Ardahan üzerinden Van’a götüren Dilbilim –benim için sonsuza kadar- bitti, bir an bile boş durmak (an itibariyle) bitti! Biten çok şey oldu yani. Ama Pazartesi günü sendromu yok mesela ne güzel. Çünkü bize her gün Pazartesi artık. Yok öyle gün ayrımı yapma gibi bir lüks! Eskiden beri sevdiğim Cumartesiler de yok artık. Nefret ettiğim Pazar günlerini de mumla arar oldum nedense. Neyse ki hâlâ Pazar günlerinden nefret ediyorum. Çok büyük bir evrim geçirememişim henüz. Yaşıyoruz elimizden geldiğince işte.
Öte yandan çok sevdiğim dünyalar tatlısı hocamın sevimli, şirin, ferah mı ferah bürosundaki ödev stajı da tam gaz devam ediyor. Her gün yeni bir şeyler öğrenmek güzel olmasına güzel de sıcaklar, yorgunluk, bitkinlik, çoğu zaman uykusuzluk birçok şeyi çekilmez yaparken bu güzellikleri es geçmiyor maalesef. Çekilen tüm zorluklara rağmen son iki çeviride hocadan “mükemmel!” sözcüğünü duymanın haklı gururunu yaşamıyor da değiliz hani. :) Hem de facia olarak beynime kazınan ilk iki “harika” (!) çeviriden sonra… Bu noktada her “mükemmel!”in bize zorlukları katlanarak artan metincikler getirdiğini de tecrübeyle sabitlemiş olduğumuzu hatırlatmak isterim.
Öyle ya da böyle geçiyor zaman işte ondan da zamanı esirgemeyince. “Time heals everything, give time ‘time’.” Yaşam pastamın geri kalan –en iyi ihtimalle üçte ikilik- dilimine kılavuzluk etmesi gereken söz. Her şeyi zamana bıraktığınız gibi, zamanı da zamana bırakın. Bırakın ki alsın götürsün sizi. Kim bilir bir gün bir bakmışsınız siz farkında olmadan aslında tam da olmak istediğiniz yerdesiniz. Bu yere giden yollar benim için gün gün, saat saat değişiyor olsa da hedef aynı olduğu sürece sorun yok diyorum kendi kendime. Çok sevdiğim ve saydığım bir ilkokul hocamın, zor (?) problemlerle dolu birkaç sayfalık Matematik ödevinin sonuna yazdığı bir söz beni o zamanlar aşırı derecede etkilemişti. “Zirvelerin yolu vadilerden geçer, tabi sabırlı olanlar için.” Hazır yazmışken, söz anlamını yitirme seviyesine gelinceye kadar sürekli tekrar ediyorum mesela şimdi içimden. Olmuyor. O zamanlar hissettiklerimi hissetmiyorum artık. İster büyümek olsun bunun adı, ister yaşlanmak, ister içindeki çocuğu kaybetmek… Olayın özü; eski ben yok. Sözün özü; bazen şimdiki benle birbirimizi anlamakta güçlük çekiyoruz.
Ve buna istinaden son söz Yunus Emre’den geliyor vesselam. :)
Öte yandan çok sevdiğim dünyalar tatlısı hocamın sevimli, şirin, ferah mı ferah bürosundaki ödev stajı da tam gaz devam ediyor. Her gün yeni bir şeyler öğrenmek güzel olmasına güzel de sıcaklar, yorgunluk, bitkinlik, çoğu zaman uykusuzluk birçok şeyi çekilmez yaparken bu güzellikleri es geçmiyor maalesef. Çekilen tüm zorluklara rağmen son iki çeviride hocadan “mükemmel!” sözcüğünü duymanın haklı gururunu yaşamıyor da değiliz hani. :) Hem de facia olarak beynime kazınan ilk iki “harika” (!) çeviriden sonra… Bu noktada her “mükemmel!”in bize zorlukları katlanarak artan metincikler getirdiğini de tecrübeyle sabitlemiş olduğumuzu hatırlatmak isterim.
Öyle ya da böyle geçiyor zaman işte ondan da zamanı esirgemeyince. “Time heals everything, give time ‘time’.” Yaşam pastamın geri kalan –en iyi ihtimalle üçte ikilik- dilimine kılavuzluk etmesi gereken söz. Her şeyi zamana bıraktığınız gibi, zamanı da zamana bırakın. Bırakın ki alsın götürsün sizi. Kim bilir bir gün bir bakmışsınız siz farkında olmadan aslında tam da olmak istediğiniz yerdesiniz. Bu yere giden yollar benim için gün gün, saat saat değişiyor olsa da hedef aynı olduğu sürece sorun yok diyorum kendi kendime. Çok sevdiğim ve saydığım bir ilkokul hocamın, zor (?) problemlerle dolu birkaç sayfalık Matematik ödevinin sonuna yazdığı bir söz beni o zamanlar aşırı derecede etkilemişti. “Zirvelerin yolu vadilerden geçer, tabi sabırlı olanlar için.” Hazır yazmışken, söz anlamını yitirme seviyesine gelinceye kadar sürekli tekrar ediyorum mesela şimdi içimden. Olmuyor. O zamanlar hissettiklerimi hissetmiyorum artık. İster büyümek olsun bunun adı, ister yaşlanmak, ister içindeki çocuğu kaybetmek… Olayın özü; eski ben yok. Sözün özü; bazen şimdiki benle birbirimizi anlamakta güçlük çekiyoruz.
Ve buna istinaden son söz Yunus Emre’den geliyor vesselam. :)
Beni bende demen ben bende değilem,
Bir ben vardır bende benden içeru.
27 Haziran 2011 Pazartesi
Sözümüz گل olsun, گل değil!
Merhabalar tekrar... :) Staj, iş hayatı temposuyla birlikte hala açıklanmayan sınavlar nedeniyle okul modundan da kurtulamayıp Araf’ta takılıp kalmak, gergin bir bekleyiş, kuvvetle muhtemel bir Dilbilim Alanları bütünlemesi, güzel bir Eş zamanlı ve Almanca notu, kalbim kadar temiz staj defterimin omuzlarımdaki ağırlığımca (sanırım o da her geçen gün artıyor) yükü, tatilde (!) yapmaya (kendi kendime) söz verdiğim şeyler –ki tatil yapabilmek bunlardan bir tanesi ve artık o bir hayal- ve yazmak istemediğim malum şeyler… Bu karmaşa ve med-cezirlere rağmen şaşırtıcı bir şekilde ruhen ve bedenen iyi hissediyorum.
Osmanlı Türkçesinin hareke yerine okutucu harfler kullanmasından kaynaklanan zorluğuna vurgu yapan ilginç bir başlıkla tekrar burdayım. Bu zorluk yazma, okuma ve bir bakıma da çeviri zorluğu esasında. Sonuçta gerek Arap harflerinin Latin harflerine dönüştürülmesi (transkripsiyon=çevriyazı) gerekse eski kelimelerin günümüzdeki karşılıklarının kullanılması açısından Osmanlı Türkçesinden günümüz Türkçesine bir çeviri söz konusu. Buna bir de yan yana gelen harflerin (iki harf bile olsa) bağlamdan bağlama farklı farklı kelimeler olması, noktalama işaretleri kullanılmadığından aslında o yan yana gelen iki harfin hece mi, kelime mi, yoksa bir tamlamanın öğesi mi olduğunun anında kestirilememesi, bağlama göre iki farklı kelime olarak kullanılmasının da mümkün olması gibi durumlar eklenince iş iyice içinden çıkılamaz hale geliyor. Birden kendinizi bulmaca çözüyormuşçasına bir metin ya da beyit okurken buluyorsunuz ve çoğunlukla bir süre sonra metnin içinde kayboluyorsunuz (favorim). Başlık, birinci گل 'in ‘gül’, ikinci گل 'in ‘kil, çamur’ anlamında kullanılmasıyla bu bulmaca çözme durumunun en sade şekli aslında. Tabi burada bunun yazarın (o ben oluyorum :P ) seçimi ve doğal olarak sorunsuz çevirisi olduğunu unutmamalıyız. Aynı şeyi başka birinin yorumlayıp çevirdiğini düşünürsek verilmek istenen anlamdan uzaklaşabilir hatta ve hatta sürekli olarak bahsettiğimiz ideolojik çeviriye bile mahal verebiliriz. Düşünsenize birinci گل ‘in ‘kil, çamur’, ikinci گل ‘in ‘gül’ olarak çevrildiğini… Felaket! Malum bahane de hazır: Biz çevirmenlerin işi gördüğünü çevirmektir. (!)
Bir de yazarken unutulan küçücük bir nokta sebebiyle bir sözcüğün ve o sözcük dolayısıyla belki de bütün bir metnin nasıl yanlış anlaşılabileceğini düşünelim. Büyük şair Fuzûlî bu durumun doğurabileceği kötü sonuçları yüzyıllar öncesinde eşsiz birkaç örnekle beyitlere dökmüş bile.
Şüphesiz daha güzel anlatılamazdı. Şöyle ki: Kötü yazan kâtibin parmakları kuruyup kalem olsun, zira o yazışındaki hatalarla yani س (sin) harfini ش (şın) yazarak ‘sûr’umuzu (düğün) ‘şûr’ (gürültü, şamata) eyler. Kâh د (dal) harfini eksik yazarak ‘nâdir’i (az bulunan değerli şey) ‘nâr’a (ateş) çevirir. Kâh ز (ze) harfinin noktasını eksik koyup ر (rı) harfine dönüştürerek ‘göz’ü ‘kör’ eyler.
Ben bu konuya nerden geldim peki? İskender Pala’nın Gözgü kitabındaki ‘Gül gül dökülmeler’ başlıklı denemesinden… Dilerseniz onun güzel anlatımıyla okuyalım ki daha net anlarken daha net anlatabilelim durumu.
“…Gül kelimesinin Osmanlı harfleriyle yazılışı (گل), gel, kel, gil… okumaya müsaittir. Hatta bu konuda bir fıkra anlatılır:
Vaktiyle Üsküdar’da Gül Ahmet adında bir adam yaşarmış. Adıyla ters orantılı olarak gabi ve kaba saba bir adam olan Gül Ahmet, bir şiir meclisinde, konuşulanları dinlemiş, kinaye ve tevriyeleri görmüş ve şairlerin aynı kelimeyi birkaç anlamda kullanmalarından yahut aynı yazılışlı kelimelerin farklı okunuşlarından dolayı,
- Bu şairlerin de sözleri, demiş, lastik gibi, ne tarafa çekilse oraya uzuyor.
Mecliste bulunan şairler bu söze içerlemişlerse de Gül Ahmet’in mevkiinden dolayı kimse ses çıkaramamış. Ama aralarında bir tanesi “Ben,” demiş içinden, “gün gelir bunun hesabını görürüm.”
Gel zaman git zaman, Gül Ahmet bir çeşme yaptırmış. Devrin âdetince şairlere de “Benim çeşmeye bir tarih düşürünüz!” diye ricada bulunmuş. Vaktiyle intikama ahdeden şair güzel bir tarih düşürüp kendisine sunmuş. O da tarih kıtasını kitabeye hakkettirmiş. Kıtanın tarih mısraı şöyle imiş:
Küşat merasiminde çeşme gibi tarih kıtası da görücüye çıkıp ahbâb u yârân, hayırlı olsun diyorlarmış. O sırada kalabalığın ortasından biri tarih mısraını okumaya çalışmış:
Bunu duyan Ahmet Efendi kendisine kel denilmesinden ziyade gülâb’ın, çamur gibi su, çamurlu su, demeye gelen gilâb okunmasına içerlemiş ama sesini çıkarmamış. Fakat biraz sonra bir başkasının bu okuyuşa itiraz edip mısraı,
okuduğunu görmüş. Çünkü bu daha da fena. Hem kendisine çamur denilmekte, hem de çeşmesinden su içeceklerin köpekler (kilâb) kategorisinden sayılmasına yol açmaktadır. Bir başkasının,
diye okumaya başladığı sırada dayanamayıp kıtayı yazan şaire çıkışmış:
- Bre bu ne biçim tarih?
Şair, içindeki eski yaraya merhem sürercesine cevabı yapıştırmış:
- Vallahi Efendi, tarih pek güzel; sen aldırma; bu şairlerin sözü lastik gibidir, ne tarafa çeksen böyle uzar.”
Sözümüzün lastik gibi çekilen yere uzamaması, her daim gülleri andırması dileğiyle… :)
Osmanlı Türkçesinin hareke yerine okutucu harfler kullanmasından kaynaklanan zorluğuna vurgu yapan ilginç bir başlıkla tekrar burdayım. Bu zorluk yazma, okuma ve bir bakıma da çeviri zorluğu esasında. Sonuçta gerek Arap harflerinin Latin harflerine dönüştürülmesi (transkripsiyon=çevriyazı) gerekse eski kelimelerin günümüzdeki karşılıklarının kullanılması açısından Osmanlı Türkçesinden günümüz Türkçesine bir çeviri söz konusu. Buna bir de yan yana gelen harflerin (iki harf bile olsa) bağlamdan bağlama farklı farklı kelimeler olması, noktalama işaretleri kullanılmadığından aslında o yan yana gelen iki harfin hece mi, kelime mi, yoksa bir tamlamanın öğesi mi olduğunun anında kestirilememesi, bağlama göre iki farklı kelime olarak kullanılmasının da mümkün olması gibi durumlar eklenince iş iyice içinden çıkılamaz hale geliyor. Birden kendinizi bulmaca çözüyormuşçasına bir metin ya da beyit okurken buluyorsunuz ve çoğunlukla bir süre sonra metnin içinde kayboluyorsunuz (favorim). Başlık, birinci گل 'in ‘gül’, ikinci گل 'in ‘kil, çamur’ anlamında kullanılmasıyla bu bulmaca çözme durumunun en sade şekli aslında. Tabi burada bunun yazarın (o ben oluyorum :P ) seçimi ve doğal olarak sorunsuz çevirisi olduğunu unutmamalıyız. Aynı şeyi başka birinin yorumlayıp çevirdiğini düşünürsek verilmek istenen anlamdan uzaklaşabilir hatta ve hatta sürekli olarak bahsettiğimiz ideolojik çeviriye bile mahal verebiliriz. Düşünsenize birinci گل ‘in ‘kil, çamur’, ikinci گل ‘in ‘gül’ olarak çevrildiğini… Felaket! Malum bahane de hazır: Biz çevirmenlerin işi gördüğünü çevirmektir. (!)
Bir de yazarken unutulan küçücük bir nokta sebebiyle bir sözcüğün ve o sözcük dolayısıyla belki de bütün bir metnin nasıl yanlış anlaşılabileceğini düşünelim. Büyük şair Fuzûlî bu durumun doğurabileceği kötü sonuçları yüzyıllar öncesinde eşsiz birkaç örnekle beyitlere dökmüş bile.
Kalem olsun eli ol kâtib-i bed tahrîrin
Ki fesâd-ı rakkamı sûrumuzu (سور) şûr (شور) eyler
Gâh bir harf sükûtuyle eder nâdiri (نادر) nâr (نار)
Gâh bir nokta kusuriyle gözü (كوز) kör (كور) eyler
Şüphesiz daha güzel anlatılamazdı. Şöyle ki: Kötü yazan kâtibin parmakları kuruyup kalem olsun, zira o yazışındaki hatalarla yani س (sin) harfini ش (şın) yazarak ‘sûr’umuzu (düğün) ‘şûr’ (gürültü, şamata) eyler. Kâh د (dal) harfini eksik yazarak ‘nâdir’i (az bulunan değerli şey) ‘nâr’a (ateş) çevirir. Kâh ز (ze) harfinin noktasını eksik koyup ر (rı) harfine dönüştürerek ‘göz’ü ‘kör’ eyler.
Ben bu konuya nerden geldim peki? İskender Pala’nın Gözgü kitabındaki ‘Gül gül dökülmeler’ başlıklı denemesinden… Dilerseniz onun güzel anlatımıyla okuyalım ki daha net anlarken daha net anlatabilelim durumu.
“…Gül kelimesinin Osmanlı harfleriyle yazılışı (گل), gel, kel, gil… okumaya müsaittir. Hatta bu konuda bir fıkra anlatılır:
Vaktiyle Üsküdar’da Gül Ahmet adında bir adam yaşarmış. Adıyla ters orantılı olarak gabi ve kaba saba bir adam olan Gül Ahmet, bir şiir meclisinde, konuşulanları dinlemiş, kinaye ve tevriyeleri görmüş ve şairlerin aynı kelimeyi birkaç anlamda kullanmalarından yahut aynı yazılışlı kelimelerin farklı okunuşlarından dolayı,
- Bu şairlerin de sözleri, demiş, lastik gibi, ne tarafa çekilse oraya uzuyor.
Mecliste bulunan şairler bu söze içerlemişlerse de Gül Ahmet’in mevkiinden dolayı kimse ses çıkaramamış. Ama aralarında bir tanesi “Ben,” demiş içinden, “gün gelir bunun hesabını görürüm.”
Gel zaman git zaman, Gül Ahmet bir çeşme yaptırmış. Devrin âdetince şairlere de “Benim çeşmeye bir tarih düşürünüz!” diye ricada bulunmuş. Vaktiyle intikama ahdeden şair güzel bir tarih düşürüp kendisine sunmuş. O da tarih kıtasını kitabeye hakkettirmiş. Kıtanın tarih mısraı şöyle imiş:
Gel Gül Ahmed çeşmesinden iç gül-âb âsâ suyu
Gel, Gül Ahmed’in çeşmesinden akan gülsuyuna benzeyen sudan iç.* (*Mısraın ebcet karşılığı 900 rakamını veriyor. Yani milâdî 1505 yılı.)
Küşat merasiminde çeşme gibi tarih kıtası da görücüye çıkıp ahbâb u yârân, hayırlı olsun diyorlarmış. O sırada kalabalığın ortasından biri tarih mısraını okumaya çalışmış:
Gel Kel Ahmed çeşmesinden iç gilâb âsâ suyu
Bunu duyan Ahmet Efendi kendisine kel denilmesinden ziyade gülâb’ın, çamur gibi su, çamurlu su, demeye gelen gilâb okunmasına içerlemiş ama sesini çıkarmamış. Fakat biraz sonra bir başkasının bu okuyuşa itiraz edip mısraı,
Gel Kil Ahmed çeşmesinden iç kilâb-âsâ suyu
okuduğunu görmüş. Çünkü bu daha da fena. Hem kendisine çamur denilmekte, hem de çeşmesinden su içeceklerin köpekler (kilâb) kategorisinden sayılmasına yol açmaktadır. Bir başkasının,
Kel Kül Ahmed…
diye okumaya başladığı sırada dayanamayıp kıtayı yazan şaire çıkışmış:
- Bre bu ne biçim tarih?
Şair, içindeki eski yaraya merhem sürercesine cevabı yapıştırmış:
- Vallahi Efendi, tarih pek güzel; sen aldırma; bu şairlerin sözü lastik gibidir, ne tarafa çeksen böyle uzar.”
17 Haziran 2011 Cuma
Söylesem tesiri yok...
Zorlu bir final döneminin ardından derin bir nefes alarak başlıyorum yaza ve ilk yazıma. Düşündüğüm kadar kolay olmayacak sanırım her ikisi de. :) Amacım bu güzel, sessiz ve sakin geçen Cuma gününden bir parça bırakmak aslında sadece. Blog açma sebebimle aynı. 'Sultanüş'şuâra' Bakî'nin de dediği gibi:
"Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal,
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş..."
Hani sesler kaybolmaz, uzayın derinliklerine kadar hiçbir engele takılmadan giderek boşlukta dolanıp dururlarmış ya, ben de yaşadığım olayları iyisiyle kötüsüyle internetin derinliklerine yollamak istedim bir nevi. Kesinlikle bakî değil tabi, hepimiz farkındayız. Günlük yazmak, yazmak değil de sürekli olarak yazmaya devam etmek, hep zorlamıştır beni. Sürekli olarak yazmak zorunda olmayacağım farklı bir şey olsun dedim. İlerde (yakın gelecek) en azından nasıl bir ruh haliyle neler yazdığımı görmek istedim kendimce. Kendimi yargılamak istiyorum aslında. Gereği düşünüldü! :)
Öncelikle eğitim açısından değerlendirmeye başlayalım. Üniversitede dolu dolu geçen bir yılımızı üçüncü kez geride bırakmış sayılabiliriz şu an. Şöyle kısaca bir bakacak olursak yoğunluk ve farkındalık açısından bu yıl gerçekten ilk iki seneye açık ara fark attı tek başına. Gerek çevirilerle gerek etkinliklerle olsun zorlayıcı, yoğun ancak güzel bir yıldı. Mayıs ayı ilk iki haftasında Lütfi Kırdar Kongre Merkezi'nden geçen bir "Birleşmiş Milletler En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı" deneyimi vardı ki hiç bitmesin istedik. Yeni arkadaşlar ve yeni insanlar tanımamıza, iki haftalığına Birleşmiş Milletler personeli olmamıza ('general staff' da olsak havamız vardı :)) vesile oldu sağ olsun. Öncesinde de 18-19-20 Nisan tarihlerinde İstanbul Üniversitesi'nde gerçekleştirilen "Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama Sempozyumu" kapsamında, Tintti Karppinen'in atölye çalışmasında ardıl çeviri yapma fırsatı bulmak da alanımız açısından tam anlamıyla gerçek bir deneyim oldu. Katıldığımız konferanslar, söylene söylene yaptığımız ödevler, çeviriler, vizeler, finaller ve bunlarla kıyaslanamayacak kadar eğlenceli olan gezmeler, tozmalar da cabası...
Kişisel olarak da şu son bir buçuk ayda yaşadığım yoğunluk (her açıdan) resmen damga vurdu hayatıma. Ayırdı before&after şeklinde. Seni hiç unutmayacağım Mayıs ayı! Üzüntüler, sevinçler, yok oluşlar, var oluşlar, ağlamalar, gülmeler, kafa karışıklığı, nefret, sevgi, acı, empati... O yüzden "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil"* oldu bu başlık. Eskiden beri çok severim Fuzûlî'nin bu beytini. Ama hiçbir zaman şu an olduğu kadar içselleştirememişim sanırım. Anlıyorum ama ifade edemiyorum. Söylesem de tesiri yok gerçekten. Sussam da...
İlk ve son olmaması dileğiyle... Fuzûlî'ye saygı, selam ve dua ile...
* Derdime vâkıf değil cânân beni hândân bilir,
Hakkı vardır şâd olanlar herkesi şâdân bilir,
Söylesem tesiri yok sussam gönül razı değil,
Çektiğim âlâmı bir ben bir de Allah'ım bilir.
"Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal,
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş..."
Hani sesler kaybolmaz, uzayın derinliklerine kadar hiçbir engele takılmadan giderek boşlukta dolanıp dururlarmış ya, ben de yaşadığım olayları iyisiyle kötüsüyle internetin derinliklerine yollamak istedim bir nevi. Kesinlikle bakî değil tabi, hepimiz farkındayız. Günlük yazmak, yazmak değil de sürekli olarak yazmaya devam etmek, hep zorlamıştır beni. Sürekli olarak yazmak zorunda olmayacağım farklı bir şey olsun dedim. İlerde (yakın gelecek) en azından nasıl bir ruh haliyle neler yazdığımı görmek istedim kendimce. Kendimi yargılamak istiyorum aslında. Gereği düşünüldü! :)
Öncelikle eğitim açısından değerlendirmeye başlayalım. Üniversitede dolu dolu geçen bir yılımızı üçüncü kez geride bırakmış sayılabiliriz şu an. Şöyle kısaca bir bakacak olursak yoğunluk ve farkındalık açısından bu yıl gerçekten ilk iki seneye açık ara fark attı tek başına. Gerek çevirilerle gerek etkinliklerle olsun zorlayıcı, yoğun ancak güzel bir yıldı. Mayıs ayı ilk iki haftasında Lütfi Kırdar Kongre Merkezi'nden geçen bir "Birleşmiş Milletler En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı" deneyimi vardı ki hiç bitmesin istedik. Yeni arkadaşlar ve yeni insanlar tanımamıza, iki haftalığına Birleşmiş Milletler personeli olmamıza ('general staff' da olsak havamız vardı :)) vesile oldu sağ olsun. Öncesinde de 18-19-20 Nisan tarihlerinde İstanbul Üniversitesi'nde gerçekleştirilen "Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama Sempozyumu" kapsamında, Tintti Karppinen'in atölye çalışmasında ardıl çeviri yapma fırsatı bulmak da alanımız açısından tam anlamıyla gerçek bir deneyim oldu. Katıldığımız konferanslar, söylene söylene yaptığımız ödevler, çeviriler, vizeler, finaller ve bunlarla kıyaslanamayacak kadar eğlenceli olan gezmeler, tozmalar da cabası...
Kişisel olarak da şu son bir buçuk ayda yaşadığım yoğunluk (her açıdan) resmen damga vurdu hayatıma. Ayırdı before&after şeklinde. Seni hiç unutmayacağım Mayıs ayı! Üzüntüler, sevinçler, yok oluşlar, var oluşlar, ağlamalar, gülmeler, kafa karışıklığı, nefret, sevgi, acı, empati... O yüzden "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil"* oldu bu başlık. Eskiden beri çok severim Fuzûlî'nin bu beytini. Ama hiçbir zaman şu an olduğu kadar içselleştirememişim sanırım. Anlıyorum ama ifade edemiyorum. Söylesem de tesiri yok gerçekten. Sussam da...
İlk ve son olmaması dileğiyle... Fuzûlî'ye saygı, selam ve dua ile...
* Derdime vâkıf değil cânân beni hândân bilir,
Hakkı vardır şâd olanlar herkesi şâdân bilir,
Söylesem tesiri yok sussam gönül razı değil,
Çektiğim âlâmı bir ben bir de Allah'ım bilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)