13 Mart 2013 Çarşamba

"Her ölüm erken ölümdür"

Birinin doğum gününü kutlarken bir başkasının ölüm haberini de alabiliyormuş insan. Doğum ve ölümün bu derece iç içe olduğunu da -yine unutacağını bile bile- tekrar tekrar hatırlıyormuş. Zaten her gün hayata devam eden o değilmiş gibi "Hayat devam ediyor" cümlesini tekrar kurarak bir nevi kendini kandırıyormuş. Acaba hayat, giden kişinin arkasında bıraktığı kocaman boşlukla yaşamak zorunda kalan kişi(ler) için gerçekten de devam ediyor muymuş?

Yakınımıza gelmeden hatırlamıyoruz ölümü asla. Hatırlıyor gibi görünüyoruz sadece. "Bugün var, yarın yokuz." derken bile gerçekten hissetmiyoruz aslında misafir olduğumuzu. Günlük koşuşturmalarda öylesine kaptırıyoruz ki kendimizi misafir olduğumuz yere... Sanki bir anlığına gidip sonra geri gelecekmişiz gibi... Sanki aslında ebediyen burada yaşayacakmışız gibi... Öylesine planlı, öylesine programlı, öylesine gelecek odaklı... Hayal, umut, hedef dolu ama bir o kadar da belirsiz. İki saniye sonramızı bilmeden yirmi yıl sonrasını düşünüyor, onunla da kalmayıp bir sonraki yirmi yılın planını çizmeye başlıyoruz kafamızda. Kafamıza göre ömür biçiyoruz kendimize. Ölüm geliyor sonra. "Ben hiç böyle planlamamıştım ama!" diyoruz. "Daha yapacak bir sürü şeyim vardı. Yaşamak bunlardan biri ve en önemlisi! Henüz yaşamaya bile başlamadım ki ben!" Şaka mı bu? Nasıl bu kadar erken olabilir? On yıl sonra gelse mesela? O da çok erken. Daha yeni yeni alışmış olurum yaşamaya o zaman. Rüyanın en güzel yerinde uyandırılır mı hiç insan? Peki uyandığında kaldığı yerden devam edebilir mi rüyasına? Paylaşabilir mi rüyalarını başkalarıyla?

Hayatınızın bir bölümünde, bir şekilde tanıdığınız/tanıştığınız bir insanın -sizden uzak da olsa- bir yerlerde nefes aldığını, yaşadığını bilmek, ara sıra herkesle paylaştığı düşüncelerini okumak, hayallerine, duygularına, dolayısıyla hayatına -doğrudan ya da dolaylı- bir şekilde ortak olmak, ne paha biçilmez bir mutlulukmuş meğer. Birilerinin hep orda olduğunu bilmek... O orda. Ben de ordayım. Bir şekilde yazıyor. Bir şekilde ona, yazdıklarına, paylaştıklarına erişebiliyorum. Öte yandan birilerinin aslında hiç orda olmamış olduğunu bilmek... Ama ordaydı, tıpkı benim gibi... Bir gün ben de olacağım, tıpkı onun gibi... Ne diyecekler "Nasıl bilirdiniz?" sorusuna? Ne kadar samimi olabilecek cevaplayanlar? İşte o soru ve gelen cevaplar sonrasında dilimize pelesenk olmuş "sonsuzluk" kelimesi tüm gerçekliğiyle kendisini yaşamamızı bekliyor olacak. Her şey "sonsuza kadar" ifadesinin ağızdan çıkışı kadar kolay olabilirse ne mutlu!

Ne kadar çok insan tanırsanız, o kadar üzülürsünüz; ne kadar çok yaşarsanız o kadar çok canınız yanar aslında. "Allah kimseye sevdiklerinin acısını göstermesin." diye bir dua vardır, çok severim. "Benim canımı sevdiklerimden önce al Allah'ım." demenin daha güzel ve -nispeten daha kabul edilebilir- bir şeklidir. Ama aynı zamanda da büyük bir bencillik örneğidir. "Bana onların acısını gösterme." dediğinde "Benim acımı onlara göster." demiş oluyorsun, ki hangisi daha kötüdür acaba? Nereden tutarsan elinde kalıyor. Duygular ve mantık her zaman olduğu gibi birbiriyle savaşıyor.

Yine de Cemal Süreya'nın 'Üstü Kalsın' şiirinde dediği gibi: "Her ölüm erken ölümdür..."

Hazırlandım, bir yere gidiyor gibiyim...

Ha unutmadan, hazır hayat devam ediyorken, beş yıl sonra kendini nerede görüyorsun? (Başka sorum yok Sayın Hakim.)