Küçüktüm. Üç amcam da neredeyse aynı zamanlarda gitti askere. O zaman hiçbir şeyden haberim yok tabi haliyle. Tek hatırladığım Harem'deki otogarda toplanan inanılmaz kalabalık ve -bana göre- tam da denizin kıyısında (annem ısrarla öyle olmadığını söylüyor) amcamı havaya atan bir grup insan. Denize düşürecekler diye yüreğim ağzıma gelmişti ilk defa. Tuttular. (O zamandan belliymiş bendeki güven problemi...) Tek bildiğim ise askerdeki amcalarıma mektup yazmak. Henüz okula gitmeyen ama okuma-yazma bilen, büyük-küçük harf kullanımlarından bihaber beş yaşlarındaki küçük çocuk nasıl mektup yazarsa öyle mektuplardı hepsi. Hiçbiri gönderilmedi. Ama itinayla saklandı geldiklerinde onlara okutmak için. Çok şükür, okudular da.
Yıllar geçti. Belki milyonlarca genç askere gitti. Uzaktan izledik, hep dua ettik ama. Bugün başka. Beş yaşındaki çocuğun gözünden bakmak isterdim bugün yine hayata. En büyük korkusu "Eyvah! Askeri havaya attılar ama tutamayacaklar!" olan o çocuk olmak isterdim. (İtiraf etmeliyim ki yine korktum düşürecekler diye.) Her Allah'ın günü konuşmasan, zaman zaman kızsan, ne olduğunu bile doğru düzgün hatırlayamadığın saçma sapan sebep(ler) yüzünden aylarca küs kalsan da ihtiyacın olduğunda hep "orada" olduğunu bilmek başka bir şeymiş. Konuşmak, hatta saçmalamak için en iyi ihtimalle izne çıkmasını bekleyecek olduğunu düşünmek başka... Tanımadığın, bilmediğin, senin gibi bir örnek yüzlercesiyle aynı yerde kalmak başka... Bedenin dahil, sana ait bütün özel eşyalarından, ömrünün 15 ayından, anandan, babandan, kardeşinden, yeri geldiğinde hayatından bir anda vazgeçmek bambaşka... Bir sürü soru geliyor akla. Borç? Emanet? Vatan? Millet? Mehmet? Nöbet? Gurbet? Hasret? Kıymet?.. Derken vakit de geliveriyor. Yine eğlencelerle, hoplaya zıplaya, konvoy eşliğinde uğurlanıyor asker. Birden gerçek dünyaya dönülüyor yine. Ve işte, tam da o anda, her şey anlamsızlaşıyor.
Vatan -evlatlarıyla birlikte- sağ olsun.