24 Kasım 2012 Cumartesi

Birden her şey anlamsızlaşıverdi.

"Sen hiç sevdiğin birini askere yolladın mı?" Hayır diyen yoktur şüphesiz. Çünkü asker hep vardır ve yaşı hep aynıdır her ne kadar bizim için ünvanları farklı olsa da. Ben küçükken "Asker Amca" kadar büyüktüler mesela. Sonra bir ara "Asker Abi" oldular. Ne ara büyüdüm, ne ara onlar küçüldü de "Yaşıtlarım askere gidiyor." demeye başladım, ben de bilmiyorum. "Asker evladım" diyebilecek miyim? Allah bilir.

Küçüktüm. Üç amcam da neredeyse aynı zamanlarda gitti askere. O zaman hiçbir şeyden haberim yok tabi haliyle. Tek hatırladığım Harem'deki otogarda toplanan inanılmaz kalabalık ve -bana göre- tam da denizin kıyısında (annem ısrarla öyle olmadığını söylüyor) amcamı havaya atan bir grup insan. Denize düşürecekler diye yüreğim ağzıma gelmişti ilk defa. Tuttular. (O zamandan belliymiş bendeki güven problemi...) Tek bildiğim ise askerdeki amcalarıma mektup yazmak. Henüz okula gitmeyen ama okuma-yazma bilen, büyük-küçük harf kullanımlarından bihaber beş yaşlarındaki küçük çocuk nasıl mektup yazarsa öyle mektuplardı hepsi. Hiçbiri gönderilmedi. Ama itinayla saklandı geldiklerinde onlara okutmak için. Çok şükür, okudular da. 

Yıllar geçti. Belki milyonlarca genç askere gitti. Uzaktan izledik, hep dua ettik ama. Bugün başka. Beş yaşındaki çocuğun gözünden bakmak isterdim bugün yine hayata. En büyük korkusu "Eyvah! Askeri havaya attılar ama tutamayacaklar!" olan o çocuk olmak isterdim. (İtiraf etmeliyim ki yine korktum düşürecekler diye.) Her Allah'ın günü konuşmasan, zaman zaman kızsan, ne olduğunu bile doğru düzgün hatırlayamadığın saçma sapan sebep(ler) yüzünden aylarca küs kalsan da ihtiyacın olduğunda hep "orada" olduğunu bilmek başka bir şeymiş. Konuşmak, hatta saçmalamak için en iyi ihtimalle izne çıkmasını bekleyecek olduğunu düşünmek başka... Tanımadığın, bilmediğin, senin gibi bir örnek yüzlercesiyle aynı yerde kalmak başka... Bedenin dahil, sana ait bütün özel eşyalarından, ömrünün 15 ayından, anandan, babandan, kardeşinden, yeri geldiğinde hayatından bir anda vazgeçmek bambaşka... Bir sürü soru geliyor akla. Borç? Emanet? Vatan? Millet? Mehmet? Nöbet? Gurbet? Hasret? Kıymet?.. Derken vakit de geliveriyor. Yine eğlencelerle, hoplaya zıplaya, konvoy eşliğinde uğurlanıyor asker. Birden gerçek dünyaya dönülüyor yine. Ve işte, tam da o anda, her şey anlamsızlaşıyor.

Vatan -evlatlarıyla birlikte- sağ olsun.

2 Kasım 2012 Cuma

Sonsuz sayıda gizli nesne

Geride bıraktığım şeyleri düşündükçe sonsuz sayıda gizli nesneye sahip tek bir özne ve tek bir kelimeden oluşan tek bir cümle düşüyor aklıma. Öznesi gerçek, öznesi "ben". Çok basit ama bir o kadar karmaşık, bir o kadar muamma dolu. Belirsizliklerin yoruculuğundan, zorluğundan kaçıp sığınabileceğim tek cümle belki de. Söylenmeden anlatılanlar, yazılmadan okunanlar misali, her şeyi belirtirken aslında hiçbir şey belirtmeyen cinsten belir(ti)siz nesnelere inat nesnelerin hepsi belir(ti)li çünkü. Sonsuz olmalarına rağmen...  Tüm söz sanatlarını da içeriyor aslında. Her şeyin apaçık gözümüze sokulmasına gerek yok değil mi? Muhatap da çabalamalı sonuçta. Bilir de bilmezlikten gelir (tecâhül-i ârif), sorar da cevabını bilir (istifham), güzel sebeplere bağlar (hüsn-i ta'lil), benzetmelerden (teşbih) yararlanır, iğneler (tariz), herkesi ve her şeyi gözünde büyüterek abartır da abartır (mübalağa). En önemlisi, öyle bir nesne gelir ki her şeyi tekrar tekrar hatırlatır özneye (telmih). Zamanı geçmiş, kenarda köşede kalmış, yazıp yazıp taslaklara kaydettiğin, kafanda kurup kurup söylemediğin cümleler gibi... Ne fayda? "Şimdi sırası değil"di, şimdi hiç değil. Özne biliyor ya hem, kimse bilmese de olur. (Taslaklarımda gönderilmeyi bekleyenler varmış. Beklesinler. "Şimdi sırası değil".)

Öznenin gerçekliğinden bile emin olmamak lazım bu devirde. Sözde özneyimdir belki. Neden olmasın?


                                      "...Sözcükler ne ki duygular yanında?.."

13 Haziran 2012 Çarşamba

"Buddy"lik ciddi bir müessesedir.

Tam gün ve tarih bilmiyorum ilk defa. Saçma sapan, her türlü ayrıntıyı hatırlayan beynim tamamen silmiş o tarihi. Hoş, istesem uğraşıp bulurum ama gerek yok. Bu, böyle güzel bence çünkü. Biraz muammalarla, belirsizliklerle...

Birinci sınıf, bir ÇADE dersi. Hatta bahar döneminin ilk ÇADE dersi. Talimat geliyor. "Herkes kendine bir 'eş (buddy)' bulsun." İlk dönemden birbiriyle çokça aşina olanlar hemen eşleşiveriyorlar tabi. Ben ortada. Sonra herkes eşleşiyor. Bir bakıyorum, biri daha ortada aynı benim gibi. Kaderdaş bir nevi. "E, hadi biz de senle 'buddy' olalım madem." diyor.

Arka planda o ana kadar aslında hiç tanımadığımız ama sonraki yıllarda her geçen gün hayran kalacağımız hocamız mükemmel telaffuzu ve pürüzsüz sesiyle anlatıyor hâlâ: "Şimdi eşleştiğiniz kişiler, lisans hayatınız boyunca, hatta mümkünse sonrasında da 'buddy'niz olacak. Aynı aktivilerde yer alacaksınız. Birbirinizden haberdar olacaksınız. Gün gelecek aynı işi, aynı kabini paylaşacaksınız, birbirinizden sorumlu da olacaksınız. Dolayısıyla ona güvenmeniz lazım. Haydi bir güven testi yapalım."

"Saçma." diye düşünüyorum içimden. "Sırf eşleşecek kimse kalmadı diye buddy olduğum birinden neden sorumlu olmalıyım ki? Tamam, tanıyorum az biraz kendisini. Ama yeterli midir bu tanışma dört seneyi buddy olarak geçirmek için?"

Güven testi açıklanıyor. Ve kabus! Hani şu gözlerinizi kapayıp kendinizi arkanızdaki kişinin kollarına bıraktığınız meşhur olay... Ben ki onlarca yıllık ablamın her türlü yalvar yakarına rağmen bırakamamışım kendimi onun kollarına sırf bir muziplik yapacak diye. Güven problemiyse güven problemi, evet. Nasıl yaparım bunca kişinin gözü önünde? Ya tutamazsa? Ya ben yapamazsam? Sorular... Sorular...

O an geliyor ve ben bırakıyorum kendimi "buddy"min kollarına. O da bırakıyor kendini bana sonrasında ve biz o an "tescilli buddy" oluveriyoruz. "Nasıl oldu, nasıl yaptım, sen nasıl yaptın?" gibi sorularla paylaştığımız ilk şey sevinçle karışık hayretimiz oluyor. Yaptık, oldu!

Sonrası hatırlamadığım birçok belirsiz mevzu. Tam olarak ne zaman, hangi ara, hangi olay vesilesiyle bu kadar yakınlaşarak gerçek anlamda bir "buddy" olduk inanın ben de bilmiyorum. Bugün bunu da konuştuk. Ne mutlu ki, o da bilmiyor. :D

Bildiğim tek şey var: Ben çoğunlukla onda kendimi görüyorum. O üzülürse ben de üzülüyorum. (Ama bazen pimpiriklikleriyle beni ve fotokopici amcaları çıldırtmıyor da değil hani. :D ) İlk karşılaştığımızdaki hayalimizi de gerçekleştirdik hem. İki senedir kendisiyle çokça "kabin buddy"si de olduk. O zamanlar aklımızın ucunda bile yokken hem de... Şimdi de birçok hayal var gerçekleşmesi beklenen. Kısmet diyoruz onlara da. Belli mi olur? :)

Son sene, son dönem, son bir ay falan derken son sınavı ve okulda geçirilen son günü de geride bıraktık bugün. Duygusallıkla eşzamanlı olarak gerçekçilik diz boyu. "Kurtulduk, oh!" vs. "E, ama şimdi ne yapacağız?", "Saçma sapan şeylerle uğraşmayacağız artık." vs. "Çünkü uğraşacak saçma sapan bir şeyimizin olmaması ihtimali de var.", "Yaaa, görüşeceğiz tabi!" vs. "Tabi, tabi. Kim bilir herkes nerelerde olacak da?..." ve en önemlisi "Öğrencilik bitti şükür, kısıtlayan bir şey kalmadı" vs. "İş hayatı başlayabilecek mi acaba? Sonsuz tatile çıkmış olma ihtimalimiz de var." 

İmza: Mezun olmanın sadece bir adım uzağında bulunan, endişeleri tavan yaptığından mütevellit duygusala bağlayan bir "öğrenci"

15 Nisan 2012 Pazar

Tarihi tekerrür ettirsek de mi saklasak?

Epeydir uğramadığımı fark ettim. Uğradım, gidiyorum. Yaşıyorum her şeyin biteceğini bile bile.

11 Şubat 2012 Cumartesi

Zihnin Bedenden Önce Ölmesi?

Hep deriz ya “Keşke o anı hiç yaşamamış olsaydım.”, “Keşke unutabilseydim.”, “Keşke zihnimden söküp atabilseydim.” vs. vs… Hayır, bahsettiğim şey Eternal Sunshine of the Spotless Mind olayı değil asla. (O filmi hiç sevmedim!) Zihninin içinde senden bağımsız bir şekilde hareket eden, senin asla unutmak istemeyeceğin şeyleri de senin engelleyemeyeceğin bir biçimde yok eden bir silgi… Olmasın işte o! Yaşadıklarımızdır bizi biz yapan klişesine girmek üzereyken, sustum tamam.

Demans ve Alzheimer… Terminoloji çalışması yapmak zorunda olma ve biri hastalık hakkında bir şeyler okurken diğerlerinin kabinde eşzamanlı çeviri yapma durumunun çok ötesinde bir şey tabi. Bilimsel olarak pek çok şey öğrendim hakkında esasen ama hayata etkileri açısından çok eksik kalmış meğer bilgilerim. Sınırlı ve yüzeysel… Dilerim sınırlı ve yüzeysel kalsın herkesin bilgisi. Kimse tanışmak zorunda kalmasın zihni bedenden daha önce öldüren beyindeki bu mekanizmayla.

Son bir haftadır Kore filmlerine sarmış durumdayım. Bana bunları yazdıran da, Alzheimer’a çok farklı bir şekilde bakmama sebep olan da adı İngilizceye “A moment to remember”, Türkçeye “Hatırlanacak bir anı” olarak çevrilen Kore filmi oldu. Latince transkripsiyonuyla orjinal adı “Nae Meorisokui Jiwoogae” imiş. Yeşilçamvari etkileri de var tabi.

Son günlerdeki tek eğlencem (!) gece bir film izlemek –mümkünse dram, ki %99 mümkün eğer söz konusu bir Kore filmiyse- ve izlerken hüngür hüngür ağlamak. Şu ana kadar gayet iyi gidiyorum. Başarılıyım yani bu konuda, mütevazilik yapamayacağım şimdi.

Sırasıyla “The Classic” (http://www.imdb.com/title/tt0348568/), “My Sassy Girl” (http://www.imdb.com/title/tt0293715/) -ki kendilerinin Amerikan versiyonu da bulunmakta ama asla Kore yapımı kadar etkileyici olabileceğini düşünmüyorum tabi-, “Daisy” (http://www.imdb.com/title/tt0468704/) ve “A moment to remember” (http://www.imdb.com/title/tt0428870/) filmlerini izledim şimdiye dek. Bu gecenin talihlisi de “Secret” (http://www.imdb.com/title/tt1037850/) oldu. İzleyelim, görelim.

Tabi önersem mi önermesem mi bilemedim. Zevkler ve renkler meselesi… Ağlamak isteyenlere -varsa öyleleri- şiddetle tavsiye edilir ama. Ya da saklayın kıyıya, köşeye. Lazım olur belki bir gün.

8 Şubat 2012 Çarşamba

8 Şubat

En çok üzen şey Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaşı geride bırakmak... Ellerim bomboş... Yüreğimde sızı... Olması gerekenler... Hoş... Sıcak... Samimi... Kar... Arındırırcasına... Doğum-ölüm... Bir adım daha... Takvim yaprakları... Yıllar... Yıllar... Mazi... Ömür... Yaş... Göz... Yaş... Yaş...

...Ve Yılmaz Odabaşı'nın 35 yaşına ithaf ettiği şiiri:


Kurtulamazsın


Önce sesini,
sonra yankısını çaldırdın şu beton ormanında;
bu kent de tükürdü aşklarına...
Kal orada,
artık hiçbir şeyden kurtulamazsın!
Islanmışsın bir kere oğlum,
yaş gününde
kuruyamazsın...


30 Ocak 2012 Pazartesi

Umudum yarınlarda (!), tatildeyim!

"Beklenen" tatil geldi! Şu an Tatilistan'dan yazıyorum. Müthiş bir yer burası! Ders yok, sınav yok, koşuşturma yok, gece geç yatıp sabah geç kalkmak serbest, aklına estiğinde istediğin yere gidebiliyorsun, yeni tarifler deneyebiliyorsun istediğin an, planlar-programlar bir süreliğine rafta falan...

Plan-program yok dedim de tatilde bile plan yapan insandım ben bir zamanlar. "Şu gün şuraya gidelim.", "Ay şunu da yapmak lazım aslında.", "Ooo şuraya gitmeyeni de dövüyorlarmış." tarzında uzuuuun bir listem olurdu her tatilde. Akıllandım ama. Hiç plan yapmadım bu defa. Yaptığım planlar hep bozulmaya mahkumdu çünkü. Bir şeylerin beni götürdüğü yere doğru gidiyorum artık. Biliyorum ki bir şeyi ne kadar çok istersen/istersem, o şeyden o kadar çok -ve kat kat daha fazla acı çekerek- vazgeçmek zorunda kalırsın/kalırım. O kadar bekliyormuşum ki bu tatili zaten, o kadar yorulmuşum ki, kendi kendime yürümeye mecalim kalmamış meğer. Bir de baktım ki rüzgârı almışım arkama, O nereye götürürse oraya gidiyorum. Kadercilikse kadercilik... İnsan elinde olmayan nedenlerden dolayı tepiyorsa bazı fırsatları, zorlanması, mücadele etmesi, kendisini parçalaması hiçbir şey ifade etmiyorsa bazı durumlarda, kendisini yiyip bitirmesinin de pek bir anlamı kalmıyor zaten.

Belirsizliğin iyi olduğu yegâne anlardan biri bir şeylerin seni götürdüğü duruma göre şekil verebilmektir akıp giden hayatına. Bazı şeylerin bilinmemesi iyidir. Bilinmesinler ki -en azından bir süre- şekillenebilsinler yer-zaman-durum ayrılmaz üçlüsüne göre. 

Belirsizliğin, muammaların en dayanılmaz olduğu vakitler ise "bekleyen" olduğumuz vakitlerdir. İster somut, isterse soyut olsun bu bekleyiş. Hayatımız boyunca bir şeylerden beklentilerimiz olmuştur her daim, beklentilerin olmadığı bir an yoktur. Zaman durur, vakit geçmez. Dakikalar saat, saatler gün, günler ay, aylar yıl olur, ömürden ömür götürür beklerken.

İşte bundan dolayı şöyle diyor Lâ Edri:
"Ben diyorum ki: Vuslatı beklerim, Yâr, Gaffâr
Âşk diyor ki: El-intizâr eşeddü min-en-nâr *"
İmza: Uyuduğu nadir vakitlerin hemen hepsinde rüya görmesinden ötürü çıkan iki uçuğunun geçmesini "bekleyen" kişilik



* El-intizâr eşeddü min-en-nâr ( الانتظار أشد من  النار ): "Beklemek, ateşten daha şiddetlidir."

16 Ocak 2012 Pazartesi

Sensemek vs. Bensemek

"Sensemek: ben'in sen'i özlemesi, canının çekmesi." imiş Metis'in Olmayan Kelimeler adlı 2012 Ajandası'na göre. Kullana kullana dilimize yerleştirelim bari dediğim o kadar güzel kelimeler var ki ajandada... Henüz 'olmayan kelimeler' statüsünde olan bu kelimelerden sadece birkaçını paylaşmak istedim şimdi ve burada.

Açılış kelimemiz malumunuz üzere: Sensemek
"Görmeyelden yüzünü ben ki nigârım, sensedim...
Âh u zâr ile geçer bu rûzgârım, sensedim... (Hümami, 15. yy)"
Almanca hocamızın kelimeleri zıt anlamlılarıyla birlikte ezberleyelim felsefesinden çok etkilendiğimden (Hoş, o kadar çok etkilenmiş olsam 4 yılda birkaç yüz kelime öğrenirdim en azından ya, neyse!) olsa gerek, bensemek de benim uydurmam olsun bari dedim. Malum çevirmenlerin kanında biraz da 'uydurman'lık vardır. 'Sensemek'ten esinlenerek 'bensemek'in tanımını şu şekilde yapabiliriz o halde:

Bensemek: sen'in ben'i özlemesi, canının çekmesi.

Bir diğer kelimemiz ise sevmeyemek: "Sevmeyemek hiç sevmemekten farklı olarak bir zamanlar sevmiş olduğun kişiden sevgini geri çekmek, sevmeyi sürdürememek. Nefret, öfke vb. duygular barındırmaksızın, sevginin sakince azalarak sönmesi durumunda kullanılır." imiş. Bunun bir de kardeşi varmış mesela: "Eğer geri çekilen sevgi aşk da içermişse aşkmayamak denir." Ex'im falan filan özentiliği yerine gayet kullanılabilir duruyor esasen. Ex'im neyse artık?! Tıp dilinde 'öldü' anlamında kullanılıyormuş, 'Hasta ex oldu.' gibisinden. Tıp dilini günlük dile aktararak 'O benim için ex oldu (öldü), artık kalbimde yeri yok.' demeye çalışıyorsa eğer arkadaşlar, aynı hassasiyeti onlarca harf içeren tek kelimelik Latince hastalık isimlerini günlük dilde kullanma -en azından söyleme- konusunda da bekliyoruz kendilerinden. Yapabilen varsa beri gelsin bu arada da ders alalım. Malum biz 'duyduğuLatincehastalıkisimlerinibileaynentekraredemeyenler'deniz. Her neyse, konumuza dönelim.

"Rusçada bir zamanlar sevilen ama artık sevilmeyen biri için duyulan hisse razbliuto denirmiş; Yunancadan türetilmiş anagapesis de aynı anlama geliyor."

Aşk'ın farklı hallerine yönelik de bir sürü kelime varmış mesela. "Aşk deyip geçmeyelim. Hindu diyalektlerinden Boro farkı koymuş: onsay seviyormuş gibi yapmak, ongubsy kalpten sevmek, onsia son defa sevmek. Yunancadan türetilen anaxiphillia yanlış insana âşık olmak demekmiş; belki ladesaşk'ı, anlaşamayacağını bile bile birine âşık olmayı, ve reddineaşk'ı, seni sevmediğini bildiğin kişiye âşık olmayı zikrederek ayrıntılandırabiliriz bunu."

Son olarak da gizlenti kelimesine bakalım. "Gizlenti hafızanın kuytularına gizlenmiş olan ve alınan bir koku, tat ya da duyulan bir ezgi sayesinde saklandığı yerden çıkan -ama çoğu zaman ne olduğu tam tespit edilemeyen- muğlak his-anı."

Şu halde son söz: Eğer reddineaşkın gizemli dünyasına dalmak istemiyorsan, yanında olduğunda bile sensemeli ve bensendiğinden emin olmalısın. Ve unutma ki ladesaşklar hüsranla bitmeye mahkumdur, sana yaramaz yani. Biten bittiğiyle kalır, sen de aşkmayamadığınla... Nihayetinde milyonlarca gizlenti de yanına kâr kalır.


P.S: "Tırnak içinde" yazılanların tümü olduğu gibi ajandadan alıntıdır. Herkesin bir tane edinmesi "huzur ve barışla" tavsiye edilir. Ayrıntılı bilgi için: http://www.metiskitap.com/Metis/Catalog/Book/5334

Kaynak: Metis Ajanda 2012: Olmayan Kelimeler, Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen, İstanbul, Metis Yayınları, 2011.