3 Temmuz 2017 Pazartesi

Acı çekmek özgürlükse...

Bir kitap okudum. Hayatım değişmedi gerçi. Ben ki en çok Facebook'tan, hadi bilemedin WhatsApp profil fotoğraflarından imalı laf yemiş bir insanım. Hayatımızdaki sayısız "kahraman"ın (ben dahil, o dahil, kendimiz dahil) bizim ya da başkalarının hayatlarına nasıl dokunabildi-ğini(-mizi), nasıl alt üst edebildi-klerini (-ğimizi) ya da nasıl el üstünde tutabildi-klerini (-ğimizi) öğrendim çarpıcı bir şekilde. Tokat gibi geldi. Çok hazırlıksız yakalandım.

Burada yazar ne demek istedi diye düşünmek zorunda kalmadım ilk defa. Çok tanıdıktı herkes, her şey. Herkes esas kahramandı. Ben de ordaydım. Hani hep olur ya? Roman kahramanları ile özdeşleştiririz kendimizi. Hani herkesin kendine ait bir dünyası olur? Kendilerine ait pencereleri... Elli yıl sonra aynı pencereden bakıldığında nasıl görünecek diye düşündüm çokça. Yazar burada ne demek istemiş? Neden yeşil peki? Teşbih, Mecaz-ı Mürsel ya da İstiare gibi söz sanatlarına mı başvurmuş?

İmla hatalarına, yazım yanlışlarına da kızdım yer yer. Lisan ile uğraşanların malumudur. İmla hatalarına, anlatım bozukluklarına falan takıktırlar haklı olarak. Editöre kızdım, geçti. Beğendim yine de. Duyguların ifade edilişi yaşanmışlığın, kurgudaki detaylar -yer yer rahatsız edici de olsa amaç rahatsızlık vermek aslında- ise bir araştırmanın ürünü olduğunu anlatıyordu yeterince. Kendimi karakterlerden birinin yerine koymadan okusaydım nasıl hissederdim bilmiyorum gerçi.

"Çok güzel bir kadına aşık olmak, erkeğin ömründe yaşayacağı en büyük travmalardan biridir. Bu çaresiz ve bitkin aşık, ruhunuzda o kadar büyük sarsıntı yaratır ki edebiyata biraz kabiliyetiniz varsa çektiğiniz acılardan sebep yazar ya da şair olursunuz..." diyor Onur Gökşen OT dergisinin Haziran 2017 sayısında. Kalemi zaten güçlü olan biriyseniz de yaşadıklarınızdan hareketle kurgu ustasına dönüşebiliyormuşsunuz demek ki.

Buraya kadar olan kısım edebi bir eser üzerine naçizane yorumlarımdı. Sanırım bundan sonrakiler bağlantılı itiraflar tadında ilerleyecek.

Telefon değişikliklerinde kıymet verdiğim insanlardan gelen ve çok sevdiğim mesajları not defterlerimde kayıt altına alırdım ben eskiden -kısa mesaj kutusunun belli sayıda mesajdan fazlasını kaydedemediği dönemlerde! Şimdiyse mesajları, sohbetleri, sohbetlerin parçası olan şiirleri, ses kayıtlarını, fotoğrafları silmem kolay kolay. Dönüp baktığımda kızdırsa da, üzse de... Benim arşivim, benim tarihim hepsi. Onlara da edebi eser gözüyle bakıyorum artık. Bu sebeple yazılanların çöpün derinliklerine ulaşmadığını görmek inanılmaz mutlu etti beni.

Başkalarının acılarına, anılarına ortak olduğumuz yazıları, şiirleri, eserleri okurken "Ne güzel söylemiş!" diye düşünüp onların acısına ortak olmakta bu derece hevesliyken kendi tarihimizin artık "esere" dönüşmüş anılarını, acılarını çöpe atmak... İster istemez geçmişe bu derece bağlı yaşamak da hastalık, evet, biliyorum.  Demem o ki, şiir severim ben. Şiirleri de yazıları da katletmem asla. Onlar bir defa yazıldığında ya da paylaşıldığında sadece kaleminden çıktıkları kişiye ait olmuyorlar çünkü. Kaleme alan kişi de katledememeli bence sırf bu sebepten. Acı çekilecekse de çekilmeli özgürleşmek için.

Neden acı? Kafka'nın "Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız. Bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız." sözü ve düşüncesinden mütevellit... Bizler ise susmanın bile şekil değiştirdiği zamanlardayız halbuki. Söylemek bir anlam ifade etmediği için de susabiliyoruz, muhatap bulamadığımız için de... İşte tam da bu sırada:

"Bir erkek, 'Izdırap çekiyorum, sen de beni seviyor musun?' diye ağlıyor, bir kadın da buna 'Sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum' diye cevap veriyordu." (Hüseyin Nihal Atsız - Ruh Adam)

P.S: 10 inçlik "dandik" netbook'um bozulalı yıllar oldu ve ben sonrasında hiç dizüstü bilgisayar kullanmadım. Yokluğunu çokça hissettim ama. Bu yazı taslağı da yazmaya kıyamadığım süslü defterlerimden birini mükemmel (!) el yazım ile şereflendirdi ilk kez.


Ve bir defa daha... Acı çekilecekse de çekilmeli özgürleşmek için...