Geçenlerde yine eski defterlerimi karıştırıyorum. Arada sırada yaparım bu defter karıştırma işini, geçmişe mazi demeyi öğretiyor, öğretirken de düşündürüyor bir nevi. Tarihler, olaylar, olayların geçtiği yer-zaman ilişkisi, o esnada arka planda çalan (çalmasa bile insan zihninin oynadığı oyunla ana eşlik eden) müzik, geçilen yollar, kaldırımlar, konuşulan konular (çok alakasız şeyler bile olsa) önemlidir benim için. Herhangi bir yerde konuşulan herhangi bir olay konuşulduğu yerle birlikte hatırlanır her daim. Bir süre sonra o herhangi bir yer artık sadece o herhangi bir olaydan ibaret olmaya başlar. Dilcilerin azımsanamayacak bir çoğunluğunun bu tip acayip şeylerden muzdarip olduğu tecrübeyle sabittir. Şöyle ki, hatırlanması gereken hayati öneme sahip şeyler aklından tamamen uçup gider, kendi hazırladığın terimleri kabinde kullanamazsın, kabinde biri adını sorsa öylece kalırsın, her gün kullandığın bir kelimenin İngilizcesini biri pat diye sorsa asla hatırlayamazsın vs vs. Ama konu böyle incik cincik ayrıntı olduğunda da hatırlama konusunda senin beyninin üstüne yoktur!
Eski defterler diyordum. Fark ettim ki bundan yaklaşık 4-5 ay öncesine kadar tarihleri hep 2010 olarak atıyormuşum. Yani ben 2011'e 5 ay önce falan tam manasıyla girebilmişim. Yeniliklere pek açık değilim diyordum ama bu kadarına ben bile şaşırdım. Telaşa lüzum yok. Son bir aydır kendi kendime alıştırma yapıyorum. Tarihleri 2012 olarak atıyorum falan. Maksat yeni yıla hazırlık olsun.
Bunu böyle bir günde buraya yazmamın sebebini bilmiyorum desem yalan olur. Tamamen bir öğrenci kaçış psikolojisi ürünü bu yazı. Beni bekleyen bir bitirme projem, final ödevlerim ve yeni yılın ilk iki haftasının müthiş armağanı olan tam 7 tane final sınavım varken (çok şükür iki tanesini hali hazırda final haftası öncesinde olduk, diğer ikisini de ödev olarak teslim ediyoruz-ne mutlu!-) burada olmama öğrenciliğin çetrefilli yollarından geçmiş olanlar veya şu an sınavlara çalışanlar (en azından çalışmaya çalışanlar) şaşırmaz herhalde?
Neyse ki yeni yıla dün girdik biz. İki sıfır ve bir ikiden selamlar...
31 Aralık 2011 Cumartesi
1 Aralık 2011 Perşembe
Şem ile Pervane
….. O sırada rahlesinin üstündeki mumun çevresinde dönen bir pervane dikkatini çekti. Alevin çevresinde halkalar çizerek dönüyor, her defasında çemberin yarıçapını daraltırcasına aleve biraz daha yaklaşıyordu. “Galiba benim bu pervaneden farkım yok!” diye geçirdi içinden, “O da, ben de bir ateşin çevresinde dönüp duruyoruz. Üstelik ikimiz de gitgide ateşe daha çok yaklaşıyoruz.”
Aşkın bir bakış, belki kısacık bir göz kayması olduğunu düşündüğü ilk gündü o. Sonra geliştirdi düşüncesini: Göz kalbe iletiyordu güzelliği ve kalpte bir kıvılcım tutuşuyordu. Bu kıvılcım hem ışık, hem ateş olma potansiyeline sahipti. Işık olmanın yolu ateş olmaktan geçiyordu. Önce yanmak ve alevin ışığını süzerek nura döndürmek gerekiyordu. Gönülde tutuşan ateşi söndürmek için göz damla damla su akıtıyor ancak gözyaşı ateşi söndürmekten ziyade onun hararetini arttırıyordu. Nitekim kendisi de ağladıkça içinde O’nun aşkı artıyor, aşkı arttıkça gözünden akan yaşlar çoğalıyordu. Yanmak bakımından şu mum kendisine ne kadar da benziyordu. Onun da bağrında yanan bir can ipi, başında da alevler ve dumanlar vardı. Üstelik o yangından dolayı durmadan ağlıyor, gözyaşları bedeninden damla damla süzülürken bedenini eritiyor, tüketiyor, yok ediyordu. “Şu mum mu bana benziyor; ben mi muma dönmüşüm?!..” diye mırıldandı bir an ve devam etti bağrına birkaç yumruk vurarak; “Galiba mumlar gibi kendi gözyaşlarımın denizinde boğulana kadar sürecek bu yangın!”
Bütün bunlara ilişkin beyitler yazmaya devam etti uzunca bir süre. Sonra pervanenin ritmik dönüşlerine takıldı gözleri yeniden. Her dönüşte biraz daha daralan çember neredeyse mum alevinin üzerinde dönmeye başlamıştı. Pervane ışığına öyle kararlılıkla koşuyor, onu çepeçevre öyle kuşatıyordu ki!.. Bir an onu bir âşık olarak düşündü ve bu pervaneye nazaran kendisinin aşk iddiasında bulunmasının ne kadar da cılız kalıverdiğini gördü. “Evet! Bu pervane bana benzemiyor ve ben bu pervaneye benzeyemiyorum!” Sonra kendisinin de kaç günlerdir O’nun yolunu gözlemekten dolayı avare olduğunu, tıpkı şu pervane gibi O’nun çevresinden uzaklaşamadığını, hatta sevgi çemberini daha da daraltmak ve ona daha fazla yaklaşmak için her defasında daha cesur ve atak davranmaya başladığını falan düşündü. “Aşk” sözcüğünün “sarmaşık” demek olduğunu aklına getirdi bir an ve o sarmaşığın nice çınarlar gibi, selviler gibi kendisini de sardığını, buruk bir lezzet alarak hissetti. “Dıştan güzel görünen ama içten bünyeyi kurutan, hırpalayan bir sarmaşık” diye mırıldandığı sırada pervanenin, kanadını muma değdirdiğini ve o ilk yanış ile birlikte biraz gerilediğini gördü. Işığa vurgun pervanenin aşk azabını ilk tadışıydı bu. Kendisi bu azabı O’nu gördüğü gün tatmıştı. Ne kadar garipti, şu “azap” kelimesi “acı, elem, keder” demekti ama aynı zamanda “lezzet” de demekti.
Pervanenin bu yanıştan, kanadındaki bu küçük siyahlıktan birkaç dakika sonra, sanki o alevin lezzetini almış gibi geri döndüğünü, geniş açılı dönüşlerini daraltarak mumun çevresinde aşkın dar alanına girmeye başladığını görünce yine kendisiyle kıyasladı; “Onun aşkıyla ağlayışım, ayrılığının acısında bulduğum lezzettendir. Eğer bu ağlayış bana lezzet vermeseydi onu her defasında daha çok özlemezdim. Eğer sevgilinin ayrılığını çekmekte gizli bir haz olmasaydı, nasıl olurdu da onu hatrımdan silip atmaya çalışmazdım! Hasret denilen şey, acıdaki lezzetin ta kendisi olsa gerek; yoksa ayrılık neden aşkı çoğaltsındı ki!.. Bir de O’nu ilk gördüğümde kanadımı böyle yakmıştım; şimdiki hasretim de, lezzetim de işte o yanışın eseri değil miydi ya!..” O bunları düşünürken pervanenin dönüşlerini hızlandırıp sonunda kendini aleve attığını, bundan sakınmadığını gördü. Aşkın azabı yaptırmıştı ona bunu ve sevgilisinin varlığında kendi varlığını yok etmiş, belki onun ışığını kucaklarken kendini de ona feda edivermişti…
(İskender Pala- Aşkname (syf 63-65)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)